Yanılmıyorsam günlerden Cumaydı ve evde bir gariplik vardı… Elli dört yıl öncesinin ılık bir ilkbahar akşamı evimizdeki koşuşmacanın nedenini bir türlü anlayamıyordum. Çocuk dünyamdaki alışkanlıklarıma göre o saatlerde evde yavaş yavaş sofra kurulmaya başlanırdı. Büyük salondaki radyonun sesinin biraz daha açıldığını arka bahçeden duyduğum zaman babamın geldiğini anlar ve soluğu içerde alırdım. Heyecanla beklediğim şey ne bir oyuncak, ne de gofret gibi şeylerdi. Babamın gömlek cebinden çıkararak bana uzattığı yeni bir kurşun kalem ya da ceketinin dış cebinden ucu görünen bir bloknotu elime aldığım zaman sevinçten yerimde duramaz olurdum.
Annem beni büyük bir mücadele sonucu yemeğimin başına oturtmayı başarabildiğinde ben sayfaları saman kâğıtlı bloknotun neredeyse yarısını resimle karalamış olurdum. Wega marka lâmbalı radyomuzda çalan Safiye Ayla ya da Perihan Altındağ’ın şarkıları eşliğinde aheste aheste yediğimiz yemek çok uzun sürerdi. Sonra soba başında geçen zaman ve babamın her gece anneme yüksek sesle okuduğu “Yankee Paşa” romanının kahramanlarını düşleyerek kendimden geçiş… Sabah, sakız gibi çarşafların serili olduğu yatağımda uyandığımda “Akşam beni buraya kim yatırdı?” diye merak eder dururdum…
Ama işte o akşam evde bir gariplik vardı. Babam her zamankinden daha erken gelmişti. Demek bugün Havra Sokağı’na uğramamıştı. Sofra aceleyle hazırlanmış, yemek de o hızla yenmişti. Bunlardan da önemlisi annem bana pijamalarımı giydireceği yerde bayramlık elbisemi giydiriyordu. Merakım fazla sürmedi. Beklediğim cevabı almıştım:
– Tiyatroya gidiyoruz!
Tiyatro mu? O da neydi acaba? Her neyse. Benim için asıl önemli olan bir yere gidiliyor olmasıydı. Evden nasıl çıktık, oraya nasıl vardık hiç anımsamıyorum. Mithatpaşa Caddesi üzerindeki binanın caddeye bakan yüzündeki koskoca yazı bugün bile gözlerimin önündedir: “İzmir Devlet Tiyatrosu”. Acaba devlet de ne demek? Zaten tiyatronun da ne olduğunu bilmiyordum. Etti mi sana iki bilinmedik! Ama olsun İzmir’in ne olduğunu biliyorum ya! İzmir çocuk yaşımın cenneti…
Ağaçlıklı bir bahçeye girdik. Babam “Biraz bekleyin” diyerek yanımızdan uzaklaştı. Birden önümde duran kurumuş çam kozalağını fark ettim. Adeta “Gel de bana bir vole patlat” der gibiydi. Bahçenin ortasındaki çiçekli bölümün çevresinde ağaç kütüklerinden oturma yerleri vardı. Kale direği olarak seçtiğim iki tanesini hedef alıp, yerdeki kozalağa bir sol patlattım. Anında annem kulağıma yapıştı.
– Bu ayakkabıları önümüzdeki bayramda da giymek zorunda olduğunu biliyorsun değil mi?
Benim umurumda mı?
– Ama gol attım anne!
– Bir de bahane buluyor! Baban geliyor işte. Bak nasıl söyleyeceğim!
Ama annem beni babama şikâyet edemedi. Yüzü biraz asılmış olan babam sıkkın bir sesle, İçeriye giremiyoruz. Yaşı küçük olduğu için Yaşar’ı tiyatroya alamazlarmış dedi.
– Ama bu çocuk okula gitmese bile okuyup yazabiliyor!
– Söyledim ama kuralları varmış!
Hadi buyur bakalım! “Kural” da ne demek acaba? Bilmediklerimin sayısı üç etmişti. O an burnumun direğinde bir sızı belirdi ve çocuk feryadıyla göz yaşlarımı koyuverdim. Ne olduğunu hiç bilmediğim tiyatro için ağlıyordum. Hem de hıçkıra hıçkıra. Annem mendiliyle burnumu silmeye çalışırken, elimi tutan babam bizi doğru Konak Vapur İskelesi’ne götürdü. O akşam aklımda kalan ikinci isim bizi Karşıyaka’ya, lokma yemeye götüren koyu renkli körfez vapurunun burnunda yazılıydı: “Sütlüce”…
Hüznümün geçmediğini gören babam ertesi gün beni Alsancak Stadında maça götürdü. Öyle ya koskoca Beşiktaş takımı İstanbul’dan maç yapmaya gelmişti. Biz de baba-oğul, siyah-beyazlıydık. Kaderimde ilkinin üzerinden yirmi dört saat geçmeden bir kez daha gözyaşı dökmek varmış. Göztepe ani bir atakla golü atıp, öne geçince yine bastım feryadı. Şans bu ya, tam maç bitecekken beraberlik golü geldi de babam yeni bir mendil aramak zorunda kalmadı. Üstelik teselli bile etti:
– Üzülme oğlum. Ne de olsa karşısında bir İzmir takımı vardı. Üstelik semtimizin takımı.
Maçtan sonra Göztepe’deki evimize dönerken troleybüsün penceresinden bir kez daha gördüm “İzmir Devlet Tiyatrosu” yazısını… İşte o an bütün kalbimle bağırmak geldi içimden. “Ne olduğunu bilmiyorum ama bir kez daha geldiğimde beni içeriye alacaklar!”
Ama ikincisinde de kısmet olmadı. Bu olaydan üç-dört yıl sonra ilkokul öğretmenim herkesten bilet parası topladı:
– Devlet Tiyatrosu’nda çocuk oyununa gideceğiz.
İşte, nihayet o kapıdan içeriye girmeyi başarabilecektim. Başaramadım. Çünkü okul ile tiyatro arasında bir anlaşmazlık olmuş. Okulun talep ettiği bilet sayısı, salondaki koltuklardan fazlaymış. Okulun “Koltuklara ikişer ikişer oturabilirler” önerisi de, “Kurallara aykırı” diye geri çevrilmiş. Diğer ilkokullar da sıraya girdiklerinden ikinci bir gün için de yer ayıramıyorlarmış. Ne aksilik! Amma da “kurallı” bir yermiş bu tiyatro! Öğrenciler arasında kura çekildi ve ben tiyatro bileti yerine parası geriye verilenler arasındaydım. O parayı eve geriye götürdüğüm gün bir kez daha söz verdim kendi kendime:
“O kapıdan içeriye gireceğim… Bir gün… Mutlaka…”
***
Devlet Tiyatroları’nda temsil mevsimi her yıl Ekim ayında açılır ve oyunların oynandığı yaklaşık sekiz aylık zaman dilimine sezon denir. Bu sezonun başında olduğumuz şu günlerde ben de o “kurallı” kapıdan içeriye girmeyi başarabilmenin tam kırk altıncı yılını yaşıyorum. Üstelik lise yıllarında da “figüranlık” yaptığım o kapıda yaşanabilecek her sanat aşamasını adım adım ve zevkle tadarak bu zamana geldim. Suflörlük, aksesuvarcılık, kondüvitlik, yardımcı oyunculuk, reji asistanlığı, aktörlük, yönetmenlik, müdürlük, oyun yazarlığı, oyun müzikleri bestelemek, araştırmacılık…
Yüksek devre mezunu olduğum Ankara Devlet Konservatuvarı’ndaki eğitimimi “parasız – yatılı” sürdürmeseydim bu günkü işime de asla sahip olamazdım. Bu nedenle hem topluma hem de doğduğum şehre, İzmir’e borcum olduğunu biliyorum. Bu borcu ödemek için de yıllardır araştırıyorum. Neyi mi? Sevdalı olduğum İzmir’i.
Her araştırmanın ve kitabın sonuna vardığımda da İzmir’de buluşmanın güzelliği ve heyecanını yaşıyorum.
Bu yazıyı yazdığım gün bayram… İyisi mi sözü eski ve neşeli bir İzmir bayram anısıyla bağlayayım.
1912 yılında günümüzün Alsancak semtinin, büyük yangından önce, balkonlarından sardunyalar sarkan sokaklarından birinde bir kaç bekâr öğretmenin yaşamaktadır. Güzel bir yaz günü, bu genç öğretmenler kara kara düşünceler içindedirler. Üç aydır maaşlarını alamadıkları için birbirleriyle dertleşip, karınlarını nasıl doyuracaklarını tartışmaktadırlar.
Tam bu sırada sokak kapısının el biçimindeki döküm tokmağı çabuk çabuk çalınır. Bir de ne görsünler? Çok sevdikleri bir başka öğretmen arkadaşları, koltuğunun altında iki fırancola ekmeği ve ellerinde zeytin ve kaşar peyniri paketleriyle içeriye girer. Üç öğretmen arkadaş bu sürprize çok sevinir ve karınları doyduktan sonra arkadaşlarını Arkandan su dökelim de birisi daha eli kolu dolu gelsin diyerek koca bir kova suyu balkondan aşağıya dökerek uğurlar.
Şans bu ya! O gün limana gelmiş bulunan Amerikan bandıralı bir yolcu gemisinden çıkan bir grup gezgin de İzmiri gezmektedir. İşte bu grup, bizim öğretmenlerin evinin önünden geçerken o bir kova suyu başlarından aşağıya yer ve hemen Kordondaki Amerikan Konsolosluğuna giderek olayı anlatırlar. Zamanın Amerikan Konsolosu da tercümanını ıslananlarla birlikte karakola göndererek Olayı protesto ettiğini bildirir.
Karakolda, şikâyetçi gezginlerle birlikte gelen tercümanı dinleyen komiser tarif edilen yerin bizim üç arkadaşın evi olduğunu anlar. Bir yandan kapitülasyonların egemen olduğu öyle bir dönemde politik bir sorun çıkacağından korkarak, diğer yandan da çok iyi insanlar olarak tanıdığı genç öğretmenleri biraz da sevdiğinden, fazla hoşlanmadığı bu gezginleri sakinleştirerek olayı kapatmaya karar verir. O anda aklına gelen ilk yalanı Tercümana söyler:
– Mister, biz Türklerde su çok kutsaldır. Bugün de su bayramıdır. Bu bayramda herkes sevdiklerinin ve dostlarının üstüne su dökerek, o yılın mutlu geçmesini ve su gibi aziz olmalarını diler. Bu tatsız kaza, muhterem vatandaşlarınız bu bayram kutlamasına katılan bir evin önünden geçerken olmuş. Ev sakinleri, sayın gezginleri bu bayrama katılan bir topluluk sanarak, bayramlarını kutlamak istemişler. Bağışlamanızı rica ederiz!
Tercüman, komiserin anlattıklarını İngilizceye çevirince gezginler gülüşmeye başlar ve şikâyetlerini geri alarak karakoldan ayrılırlar. Ama olay burada bitmez. Su bayramı bilgisini alan Amerikan Konsolosu ertesi sabah tören giysilerini giyer ve tercümanını da yanına alarak zamanın İzmir Valisi Ahmet Reşit Bey’i kutlamaya gider:
– Ekselâns, su bayramınızı kutlamaya geldim. Konsolusluk kayıtlarında böyle bir bayram adı olmadığından geç kaldım. Dünkü olay olmasaydı, belki de haberim hiç olmayacaktı. Su bayramı için en iyi dileklerimi lütfen kabul edin diyerek söze girer.
Olayı dinledikçe hayretler içinde kalan Ahmet Reşit bey, bir şeyler olduğunu anladığından hemen telefona sarılarak komiseri bulur ve tercümanın anlamaması için de neler olup bittiğini ağdalı bir dille sorar:
– Diyar-ı ceditten vasıl olan züvvar-ı ecnebiye, zukaleten müruru ubur ederlerken fevki rusuna ilka-ı mavuku bulup, işbu hadisenin tenviri sadedinde istilâmı keyfiyet olunur. Mümessili diyar-ı cedit nerdimizdedir!
Zeki komiser de durumu hemen kavrayıp, olan biteni olduğu gibi anlatır. Dinlediği olay Vali Ahmet Reşit Bey’in hoşuna gider. Komisere, Bayramın iyi geçmesi için ne gerekiyorsa yapınız diyerek telefonu kapatır ve ardından Amerikan Konsolosuna dönerek:
– Evet ekselâns, bu bayram halk bayramıdır. Resmî bir gün sayılmadığından size bilgi verilememiştir. Nazik kutlamanızı kabul ediyorum der ve zekî komiseri de ödüllendirir.
***
Dönemin İzmir Valisi ve İttihat ve Terakki Partisi’nin muhaliflerinden olan Ahmet Reşit Bey 1870 yılında Çankırıda doğar. 1888 yılında Mülkiye Mektebini bitirdikten sonra iki yıl öğretmenlik yapar ve daha sonra Saray Mabeyn Kâtipliğine alınır. Ondört yıldan fazla süren bu görevinden sonra sırasıyla 1906da Kudüs Mutasarrıflığı, 1907de Manastır Valiliği, 1908de de Halep Valiliği görevlerine atanan Ahmet Reşit Bey, Sevr Antlaşmasına karşı çıktığı için son görevinden azledilerek, Galatasaray Lisesi edebiyat öğretmenliğine tayin edilir.
O zamanki adıyla Aydın (İzmir) Valiliğine 18 Ağustos 1912 tarihinde getirilen Ahmet Reşit Bey bu görevde ancak bir kaç ay kalır ve kısa bir zaman sonra da Kâmil Paşa tarafından kurulan kabinede Dahiliye Nazırı (günümüzde İçişleri Bakanı) olarak görevlendirilir. Bu kabine 1913 yılında düşer ve Ahmet Reşit Bey önce Mısıra, ardından Fransaya gider. Ülkeden ayrı olduğu bu dönemde Şevket Paşa olayından dolayı gıyaben mahkûm edilince İsviçreye geçerek bir zaman Cenevrede yaşar.
İstanbula 1919 yılında dönen Ahmet Reşit Bey önce Tevfik Paşa daha sonra da Damat Ferit kabinelerinde yeniden Dahiliye Nazırlığı görevine getirilir. San Remo Konferansından sonra da Murahhaslık görevi ile bir kez daha Parise gider. İtilaf Devletlerinin kararına şiddetle karşı çıkarak, hükûmete çektiği telgraf ile Sevr Antlaşmasına imza atmayacağını bildirir ve hem Nazırlık hem de Murahhaslık görevlerinden istifa eder.
Bu olaydan sonra politikayı tamamen bırakan Ahmet Reşit Bey, yaptığı bir çok önemli çeviri ile düşünce dünyamıza önemli katkıda bulunur. Kendi yazdığı eserlerde H. Nazım takma adını kullanmıştır. Bazı eserleri arasında şunları sayabiliriz:
Nazariyat-ı Edebiye (2 cilt), Racine Külliyatı (5 cilt), Virgille çevirisi, Gördüklerim Yaptıklarım (1911-1922 yılları arası anıları).
Ahmet Reşit Bey, ünlü besteci Cemal Reşit Rey ile tiyatro yazarı Ekrem Reşit Reyin de babalarıdır.
Sevgiyle kalın.