Karataş Eczanesi’nin hüznü

İzmir şehri, tarihi içinde nice efsane aşka tanıklık etmiş, nice sevdaların yatağı olmuştur. Bu gün sizlere aktaracağım sevda öyküsü de çok özel. Üstelik ne bir efsaneye ne de şarkılara filmlere konu olmamış bir aşk. Ama oyun yazarları ya da senaristler bu sevdayı bilebilselerdi mutlaka senaryolarına konu yaparlardı.

Karataş, günümüz İzmir’inde şehrin doğu – batısı arasında gidip gelenler için genellikle bir durak adı ya da araya sıkışmış bir semttir. O semtin İzmir’in geçmişinde ne kadar önemli olduğunu, kimlerin gelip geçtiğini ya da nelerin yaşandığını bilemezler.

Oysa Karataş, bu şehri İzmir yapan güzelliklerden biridir. Karataş, çok renkli tablo misali olan İzmir’in önemli motiflerindendir. İyi bir Karataşlı olan, değerli dostum Abdülkadir Hazman bu semtle ilgili bir çalışmanın içinde… Umarım ve dilerim tamamına erdirip, bize bir Karataş kitabı kazandırır…

Her zaman söylerim, memur bir ailenin çocuğu olarak, uzun yıllar kira evlerinde İzmir’in dört köşesini dolaştık durduk. Bu semtlerden biri de Karataş’tı. Karataş’ı çocukluk ve gençliğimin üç ayrı evresinde yaşadım. Bunların ilkinde oldukça küçük yaşımda, henüz ilkokula başlamadığım bir dönemde Hasanbey Kliniği’nin karşısına denk gelen evde, ikincisinde ilkokul döneminde Beth İsrael Sinagogu’nun yanında yer alan Albayrak ailesine ait 11 odalı konak yavrusu evde, üçüncüsünde ise opera eğitimi gördüğüm dönemde, eski adı Katipzade olan 337. Sokak’ta yaşadım.

Çocukluk döneminde semtin sembol olmuş işyerlerinden biri, kırk merdivenlerin başladığı noktaya yakın bir yerde olan Karataş Eczanesi’ydi. Ahşap donanımlı, eski usul görünümlü bu eczane Mithatpaşa Caddesi’nden bir kaç basamaklı dar bir merdivenli çıkılan yüksek bir zemine sahip olduğu için, göze daha heybetli, yüksek mertebede görünürdü…

Bir gün Karataşlılar, eczanenin kepenklerini artık açmadığını gördüler… Bunun ne anlama geldiğinin çok da ayrımında değildim… Bir kaç ay sonra, eczanenin karşısına denk gelen, denize kıyısı olan bir arsadaki ilaç şişeleri dikkatimi çekti… Hemen tümü kahverengi renkli, küçük cam şişelerdi… Üstlerinde Karataş Eczanesi yazan yapıştırma etiketler vardı. Bu gün, onların o eczanede özel olarak hazırlanan karışımlar olduğunu düşünebiliyorum… İşte o arsada oynarken fark ettiğim şişeleri, ertesi gün babama sordum… “Bohor’un şişeleri…” diyen babamın hüzünlendiğini anımsıyorum… Sözünün gerisini getirmedi… Ve o gün aklıma takılan “O eczaneye ne oldu?” sorusu yıllarca içimde gizemini korudu…

Yıllar geçip de İzmir araştırmalarına başladığımda, İzmir’deki eczanelerle ilgili minik minik notları yakaladıkça bir kenarda biriktiriyordum… Derken 1982 yılı sonunda İzmir Devlet Tiyatrosu’nda Haldun Taner’in “Fazilet Eczanesi” adlı oyununu oynamaya başladık. Orada yılların eczanesini rant için yıkıp yok etmeye çalışan bir müteahhidi canlandırıyordum… Kendisi de Karataşlı olan değerli sanatçı Türker Tekin’in müthiş bir oyunla canlandırdığı Eczacı Saadettin’in kimliğinde “eczane” kavramıyla bir kez daha buluşmamın getirdiği duyguyla, çocukluk anılarımdaki Karataş Eczanesi’nin kapalı kepenklerinin gizemi bir kez daha gündeme geldi.

Bu kez rastlantılara bırakmadan olayı araştırmaya başladım… Kah dönemin gazetelerindeki bölük pörçük haber kırıntıları, kah o dönemleri yaşamış eski Karataşlılar’ın anlattıklarıyla parçalar birbirini tamamlamaya başladı ve o büyülü sevdanın zaman içinde kaybolmuş sıcaklığını yakalamayı başardım.

Ama art arda gelen araştırmalarda ve benzer çalışmalarda toparladığım öyküden bu güne kadar hiç söz etmedim. Kısmet bu zamanaymış…

***

Karataş Eczanesi sahibi Bohor Habif Efendi, Cumhuriyet’in ilanından kısa zaman sonra yaşadığı Edirne’den İzmir’e göç eder. İzmir’de tanıdık hiç kimsesi ve parası olmayan Bohor, Yahudilerin gözde semti Karataş’a yerleşir. Özü sözü doğru, karşısındakilere güven veren bir kişidir. Karataş’ta edindiği yeni dostların da yardımıyla kısa zaman sonra Karataş Eczanesi’ni açarak çalışmaya başlar.

Bohor Habif, tatlı dili, hastalara gösterdiği ilgi, ilaçların kullanılışı ile ilgili olarak titiz önerileri ve başarılı karışımları ile Karataşlıların sevgi ve güvenini kazanır. Bu arada eczaneyi açmak için aldığı borçları öder. Birkaç yıl geçmeden de eczaneyi üzerindeki ev ile birlikte satın alır.

Aradan birkaç yıl geçer. Bu arada Bohor Habif Efendi çıkan kanun sonucu Özdoru soyadını alır. Bu arada yaşı kırkı geçmesine karşın hala bekardır ve gönlüne göre bir gelin adayı bulamamıştır. İşte bu sırada İzmir’deki yakınlarını ziyarete gelen Tunuslu Matmazel Klar ile tanışırlar. Habif Bey, otuzlu yaşlardaki boyu posu ve endamı yerinde olan, Kuzey Afrika ırkının özelliklerini taşıyan esmer güzeli bir kadın olan Klar’dan çok hoşlanır. Şakaklarına kır düşmüş Mösyö Bohor’un olgun kibar tavırları da Matmazel Klar’ın yüreğine heyecan verir. Sonunda hayatlarını birleştirmeye karar verirler ve Beth İsrael Havrası’nda düğünleri yapılır.

Karataş Eczanesi’nin içinden geçilen evleri, birbirlerini kumrular misali seven bu iki insan için gerçek bir muhabbet yuvası olur. Birbirlerini delice sevmektedirler. Birisinin en küçük bir rahatsızlığı, diğerini son derece telaşlandırmakta ve birbirlerinin çevresinde pervaneler gibi dönmektedirler.

Sevgili karısının elini sıcak sudan soğuk suya değdirmeyen Bohor Efendi, bu nedenle eczanede kalfa olarak sürekli iki kız çalıştırır. Bunlar ham eczane müşterilerine hizmet etmekte, hem de madamın mutfak işlerini görmekte ve ortalığı temizlemektedirler. Madam Klar’a ise yalnızca saçlarını kremleyip taramak, giyinip süslenmek ve sevgili kocasıyla karşılıklı sohbet etmek ya da misafir ağırlamak kalmaktadır.

Bu arada akşamları genellikle sinema ya da gazinoya gitmektedirler. Ne yazık ki onca sevgiye karşılık birbirine böylesine düşkün olan bu iki insan çocuk sahibi olamaz. Bu nedenle sevdalarını sadece birbirleriyle paylaşırlar. Bu hal karı-koca yaşlanıncaya kadar sürüp gider.

Yıllar yılları kovalar ve Mösyö Habif 80, Madam Klar da 60 yaşlarını aşarlar. Bu benim çocuk dünyamda onları hatırladığım dönemdir. İki sevdalı gene birbirlerinden ayrılmamaktadırlar, ama zamanın getirdiği tahribat nedeniyle Madam Klar şeker, kalp ve ülser hastasıdır. Mösyö Habif ise egzama dökmektedir. Buna rağmen Klar kocası için hala süslenmeyi ihmal etmemekte ve kulaklarına iri halkalı küpeler takarken, manikür ve makyajı da yapmaktadır.
Bu arada sıcak yaz akşamları Karataş açıkhava sinemasının sürekli müşterisiydiler. Evlerinde olduğu gibi sinemada da herkesten uzak, yan yana, diz dize film izlemektedirler.

Bir bayram öncesi Mösyö Habif egzamalarını tedavi ettirmek için uzunca bir zaman Karataş Musevi Hastanesi’nde yatmak zorunda kalır. Birbirlerinden ilk kez ayrılmaktadırlar. Bu ayrılık sırasında Mösyö Habif ölümü ilk kez ciddi ciddi düşünür. Artık iyice yaşlanmış ve gücü kuvveti azalmıştır. Hayata veda edeceği an belki de çok yakındır. Oysa sevgili karısı Klar kendisinden gençtir ve daha uzun bir zaman yaşayabilir. Hastaneden çıkmadan kararını verir. Tüm servetini karısının üzerine geçirecek ve hayata veda ettikten sonra da ilaçlarla birlikte eczane ve evlerini Musevi Hastanesi’ne bağışlayacaktır.

Hastaneden taburcu olduktan sonra, karısının karşı çıkmasına rağmen kararını uygular. Tapulu mallarının tümünü Madam Klar’ın üzerine geçirir. Ama hayat kime ne sürpriz sunacağını önceden asla belirtmez.

Birkaç hafta sonra yere düşen bir anahtarı almak için eğildiği sırada, geçirdiği baş dönmesiyle Madam Klar sendeleyerek yere yıkılır. Derhal hastaneye kaldırılır. Başına buz tedavisi uygularla ve kısa zaman sonra iyileşerek taburcu olur. Kendisini çok iyi hissetmektedir. Bu nedenle eczanenin nöbetçi olduğu gece hem kocasına yardım eder hem de birbirlerine yeni kavuşmuş sevdalılar gibi sabaha kadar söyleşirler. Ertesi gün hafta tatili olduğu için erken kalkmalarına da gerek yoktur.

Ancak Madam Klar sabah erken saatlerde kendisi kötü hisseder ve ilaç almak için kocasını uyandırmadan aşağıya eczaneye iner. Ecza dolaplarının yanına gelince gözleri kararıp, başı döner ve kendini kaybeder.

Birkaç saat sonra, eczanenin kepenklerini açık görüp ilaç almak isteyen bir müşteri, kapının camından içeriye baktığında Madam Klar’ı hareketsiz yatar görür. Kapıyı açmak isterse de başaramaz ve komşulara haber verir. Birlikte kapıya yüklenirler. Gürültüye uyanan Mösyö Habif aşağıya indiği zaman sevgili karısının cansız bedeni ile karşılaşır.

Oksijen çadırında belki kurtarılabilir düşüncesiyle Madamı hastaneye kaldırırlarsa da, her şey bitmiştir. Madam Klar, ertesi gün Mösyö Habif’in gözyaşları arasında toprağa verilir.

Yalnızlığıyla baş başa kalan Mösyö Habif olanlara inanmamaktadır. Üst kattaki odasından eczaneye inmemekte ve sürekli olarak karısının adını sayıklamaktadır. Artık kendisini iyi hissetmemektedir. Bir an önce karısına kavuşacağı günü beklemektedir. Ama bakıma da muhtaçtır. Ablasından sonra eczanede 10 yıldır sadakatle hizmet eden kalfa kızı çağırır:

– “Kızım, benim bir ayağım çukurda. Karımın ardından her halde çok yaşamam. Ablan da sen de bana çok hizmet ettiniz, Allah sizden razı olsun. Son günlerimde beni yalnız bırakmayacağını biliyorum. Malımı mülkümü karımın üzerine yapmıştım. Sana bağışlayacak bir malım yok. Ama kabul edersen, hizmetlerin için sana on bin lira vereceğim. Ölümümden sonra buradaki mobilya da senin olmalı” der.

Ancak tok gözlü kalfa kız bunu kabul etmez. “Sizi baba gibi severim. Hiçbir şey bağışlamasanız da, Tanrı geçinden versin, hayatınızın sonuna kadar yanınızda çalışıp hizmetinizi seve seve görürüm” diye cevap verir.

Ama Mösyö Habif çok yaşamaz ve birkaç gün sonra hayata veda eder. Havra’nın siyah uzun arabası, onu sevgili Klar’ının yanına götürür.

***

Karataş Eczanesi artık anılarımın yarım yüzyıl ötelerinde kaldı… Günümüz İzmir’inde eczane sayısı bin beş yüzü geçmiş durumda. Her eczane ortalama iki bin iki yüz hasta düşüyor… İzmirli eczacılar Karataş Eczanesi’ni biliyorlar mı dersiniz? Bohor Efendi’yi tanıyorlar mıdır?
Ya da çok sevgili eşi Klar’ı?

Ya eczane ve ev ne oldu acaba? Çocukları olmadığın için Klar’ın İzmir’deki yakınları mı aldı yoksa Bohor Habif Özdoru düşündüğü gibi onları Karataş Hastanesi’ne bağışlamayı başarabildi mi?

Sevdalılara selam olsun…