Zaten, Ankara dışında yalnızca İzmir ve Bursa’da Devlet Tiyatrosu sahnesi vardı. Turneye çıkan bir oyun bu iki şehirde yaklaşık birer ay temsiller verdikten sonra merkeze dönerdi.
İşte o yıllarda İzmir’e gelen oyunlardan biri, ünlü yazar Eugene O’Neill’in “Delikanlı” oyunuydu. Oldukça başarılı oynanıyordu. Ben de hemen her gün kuliste, sonradan meslektaşlarım olacak olan sanatçıların arasındaydım.
Bir akşam oyun öncesi kulis sohbeti sırasında onlara “Oyunun orijinal adının ne olduğunu?” sordum. Bir ikisi “Young Man olabilir” gibi kendilerinin de emin olmadıkları bir yanıt verdiler.
Bu kez iş edindim ve araştırmaya başladım. O dönemlerde şimdiki gibi Google kolaylığı yoktu. Benim gibi bir ad ya da sözcüğe takıldığınızda uzun zaman alan ciddi bir çalışma yapmak zorunda kalabiliyordunuz.

İngilizceyi ana dili gibi bilen bir tanıdığım “Wilderness”in sözlük anlamının “Ekilmemiş arazi, çöl ya da kır” olduğunu ama yazarın oyunu için bu anlamları düşünmediğini söyledi. Hemen ardından da yazarın bu sözcüğü “Issızlık” anlamında kullandığını ekledi.
Issızlık… O güne kadar hiç kullanmadığım bir sözcüktü. Beni çok etkileyen bu sözcükle, o güne kadar ad koyamadığım birçok siyah beyaz düşünceye doğru renkleri bulmuştum.
O zamanlar -tıpkı bu günkü gibi- boş zamanımın büyük bölümünü İzmir şehrini gezip tanımaya ve öğrenmeye ayırırdım. Dikkatle incelediğim görüntüler arasında şehirde yaşayanların davranışları da vardı. İşte o zaman fark etmeye başladım “Kalabalıklar içinde yapayalnız insanların” olduğunu. Üstelik o kadar da çoktular ki…

Benim asıl sorguladığım, şehri oluşturan yapı taşlarının kalabalıklar içindeki yalnızlığı. Bu şehirde ıssızlığı yaşayan o kadar çok şey var ki.
İnsanlar yalnızlık senfonisinin notalarını duyumsamaya başladıkları zaman nasıl üşürlerse, onlar da üşüyor, titriyor, büzülüyor ve karanlıklara karışmak istiyorlar.
Bu yalnızlık ürpertilerini o kadar çok yerde görüyorum ki.
İşte, bu yazının konusu da ortaya böyle çıktı.

Hem başı göğe ermiş, hem toprağa adeta kök salmıştı.
İnşa edildiği yıldan bu yana geçen yetmiş yıllık mağrurluğu gene vardı ama hüzünlü bir şarkıyı da mırıldanır gibiydi.
Kimsenin duymayacağı bir mırıltıyla ondan ıssızlığın ortasındaki yalnızlığını fotoğraflamak için izin istedim. Kılı bile kıpırdamadı ama bana göre bu suskunluk çekmeme izin vermesiydi.
Bu güne kadar tüm İzmir’i olduğu gibi, onu da defalarca görüntüledim. Ama çok iyi biliyorum ki bu kare bir daha asla çekilemeyecek.
“Issızlık” fotoğrafı, belki en güç çekilenlerdendir. Çünkü yalnızlık zaten paylaşılmamış anlardan oluşur.
Bu şehirde soluk alırken, bu şehri adımlarken ya da bu şehirde yaşamanın dayanılmaz ayrıcalığını yaşarken, hadi siz de çevrenizdeki yalnızları, üşüdükleri anlarda görmeye çalışın.
Öyle bir anda onlara bakarken fark edeceğiniz ürperti, belki sizin de çok iyi bildiğiniz bir duygudur.
Kimbilir…
Sevgiyle kalın…