Balonlar şehri İzmir…

“Uçan balonlar bunlar… Renkli balonlar…”

Çocuk dünyamın hâlâ unutamadığım fuar gecelerinin belki de en güzel süsüydü o rengârenk balonlar. Havuzundaki fıskiyenin, sularını önündeki masmavi renkli ve yepyeni ESHOT Genel Müdürlük binasının neredeyse sekizinci katına kadar yükseltmek için çabaladığı, loş İzmir gecelerinin en hareketli biricik alanı olan Basmane Meydanı’ndaki 9 Eylül Kapısı, fuara girmekten en çok zevk aldığım yerdi. Çünkü turnikeleri geçtikten sonra karşınıza çıkan, iki yanı yüksek palmiyelerle bezeli yol, Lunapark’a giden en kestirme yoldu. Her ne kadar annemin Zeki Müren hayranlığından kaynaklanan ısrarı, hatta baskısı ile kapının hemen sağında yer alan Manolya Bahçesi’nin önünde biraz oyalanıp, bahçenin yüksek duvarlarından dışarıya taşan nağmeleri dinlemek için biraz duraklarsak da, sonrasında attığımız her adım bizi Lunaparkın kapısı önüne getirirdi.
İşte tam orada dururdu o baloncu ve gökyüzüne merdiven olmuş rengârenk balonları.

***

“Uçan balonlar bunlar… Renkli balonlar…”
“Baba, bana balon alır mısın?”

Büyük bir kıvrımla yükselen salkımdaki balonların dizilişi, Kemalpaşa’daki bayramda çatallı bir dalın ucuna dizilen kirazları andırıyordu. Baloncunun önünde kümelenmiş insanlar ve sabırsızlıkla balonun ipinin bileklerine bağlanmasını bekleyen çocuklar vardı. İşte şu sarı etekli kız, hangi balonu istediğini babasının eline asılarak gösteren. Ne kadar da şanslıydı. İstediği balon az sonra onun da bileğine bağlanacaktı. Hem de o parlak kırmızı renkli balonu istiyordu. Ama o balonu önce ben görmüştüm.
“Baba, bana balon alır mısın?”
Baloncu elinde tuttuğu ipi sarı etekli kızın bileğine bağlamak istedi ama kız ipi elinde tutmak istiyordu. Babası bir şeyler söylediyse de dinlemek istemedi ve sonunda dediğini yaptırdı. Kırmızı balonun beyaz renkli incecik pamuk ipliği artık minik parmakları arasındaydı. Diğer eliyle de babasını yakalamış, Lunaparka doğru yürüyorlardı. Kızın elindeki balon çocuk dünyamın tüm gizemini saklayan bir şekerleme paketiydi sanki. Belki de özgürlüğüydü. Babama bir kez daha seslendim:
“Baba, bana balon alır mısın?”
Hem sarı etekli kızın ailesi, hem de biz Lunaparkın ortalarında bir yere gelmiştik. Az ötede Medrano Sirki’nin görkemli çadırının önünde renkli elbiseli çığırtkanlar insanlara sesleniyorlardı. Ama hiç birisinin elbisesi o kırmızı balon kadar parlak renkli değildi.
Tam bu sırada az ötemizde bir patlama oldu. Sosisli sandviç yapan büfenin bütün camları dışarıya fırladı. Havada uçuşan binlerce cam parçası samanyolundaki yıldızlar gibi parlıyordu. Ardından büfenin büyük bir gürültüyle darmadağın olduğunu gördüm. En son hatırladığım babamın beni korumak için üstüme kapaklanmasıydı. Sonrası ise derin bir sessizlik. O sessizliğin içinde binlerce insanın oradan oraya anlamsız koşuşturmacası… Ağlayan yüzler… Haykıran hançereler… Herkes olabildiğince haykırıyordu… Ama o derin sessizlikte hiçbir ses duyulmuyordu.
Yerimden doğrulmaya çalıştığımda gözlerimin aradığı ilk şey yine o parlak kırmızı renkli balon oldu. Sarı etekli kızın elini gökyüzüne uzanmış gördüm. Başımı kaldırıp baktığımda birden çok sevindim. O parlak kırmızı renk gecenin karanlığı içinde, bir o yana bir bu yana salınarak sonsuzluğa doğru tırmanıyordu. Çocuk dünyamın özgürlük simgesi, kendi özgürlüğüne kavuşmuştu. Çocukça bir kıskançlıkla yüzünün halini görmek için yeniden kıza baktım… Gözleri kapalıydı… Ama bu kez sarı renkli eteği kıpkırmızıydı…

***

İzmir bir zamanlar renkli balonların kentiydi. Tıpkı uçurtmaların, topaçların, meşelerin, çelik çomakların kenti olduğu gibi. Geriye onların hiç biri kalmadı. Çocuklar için gizemli olan artık bir balonun parlak kırmızı rengi değil, “The Simms”lerin, “online games”ların, “enter”ların ya da “delete”lerin cirit attığı parlak ekranlar.
Peki ne oldu o balonculara? Limon suyuna batırılmış macun satıcılarına ya da ayağının tüm gücüyle çevirdiği sıcak kazanda oluşan pembe renkli şeker liflerini elindeki çomak parçasına sararak büyük bir keyifle bize uzatan keten helvacılara? Bu yaşamaktan haz duyduğumuz sancılı kentin, solarak yitip giden büyülü geçmişinde birer anı olarak mı kaldılar? Acaba onlar mı hiç olmadı? Ya da biz mi yaşamadık?

***

Geçen akşam bir toplantıya katılmak üzere gecenin karanlığında yürüyordum. Üstüme gelircesine yürüyen o kalabalık içinde ayrımsadım baloncuyu. Elinde tuttuğu bir demet balonla bana doğru geliyordu. Birden her şey tepe taklak oldu. Sanki büyük bir anafor beni içine çekip bir karpit patlamasının sarı elbiseli kızın elinden balonunu uçurduğu geceye götürdü. Elimde olmadan mırıldandım: “Baba, bana balon alır mısın?”
Babamın bana balon aldığını hiç anımsamıyorum. Sarı elbiseli kızdan sonra benim balon istediğim de anımsamadıklarım arasında. Ama işte o an yaşayamadığım onca şey ayaklanıp beni baloncuya götürdü. Balon alacaktım. Babamın asla almadığı balonu kendime ben alacaktım.
Balonu bileğime bağlattım. Kırk yıl önce bıraktığım yerden yeniden başlıyordu balonla yarım kalan sevdam.

***

İlk soru baloncudan geldi:
“Ağbi, ufaklık balon bekliyor galiba?”
“Onun gibi bir şey!”
“Bileğine bağlattığına göre paket filan taşıyacaksın herhalde?”


***

Caddede yürümeye başlıyorum. Karşıdan genç bir çift geliyor. El ele tutuşmuşlar. Sol omuzumun yanından yükselen balonu önce delikanlı fark ediyor ve dürterek kızı uyarıyor. Kız şaşkın. Delikanlıya soruyor:
“Baloya mı gidiyor acaba?”
Balonlu balo mu? Hah… hah… ha!”


***

Pizzacının önündeki masada açlığını gidermekte olan genç kadının ağzına doğru götürmekte olduğu çatalı tutan eli birden duruyor. Ağzı neredeyse bir karış açık bana bakarken pizzanın peynirleri eriyerek çatalın üstünden, masanın sarı desenli örtüsüne damlıyor.

***

Yan sokaktan çıkan orta yaşın üstünde iki bayandan evde kalmış olduğunu tahmin ettiğim, dul olduğunu tahmin ettiğime dönerek fısıldıyor:
“Vah… Vah… Pek de genç!”
Diğerininse gözleri bende:
“Pek de karizmatik canım”

***

Toplantı yapacağımız salona gelinceye kadar beni gören insanların hemen tamamı bileğime bağlı olan iple ve ucundaki nesneyle oldukça ilgilendi. O akşam Kıbrıs Şehitleri Caddesi dolaylarında EXPO tartışmalarından daha çok ilgi çektiğimi de söyleyebilirim.
Derken sazı toplantıdaki arkadaşlar aldı:
“Senin hiç büyümediğin zaten belliydi” (Ne güzel).
“Oğlum senin yaşındakiler yanlarında balon değil başka şey taşır. Balon da aynı maddeden yapılmış sayılır ama onun işini görmez!”
(Fonda derin kahkahalar).
“Şunu hiç olmazsa toplantı sırasında çöz. Ciddiyeti bozuyor! (Ciddi görünmek istiyorsanız sakın elinizde balon taşımayın. Sonuç: Balon taşımayan herkes ciddidir).
“Ay, böyle çok gıcık görünüyorsun. Bıraksana şunu elinden! (“Dost başa, düşman ayağa bakar” derler. Balona bakanlar hangi gruba giriyor?)
“Arkadaş, bunun eşleri ondan dayanamıyorlar demek!” (İşte bak, yaşam boyu evliliklerin sırrı bulundu: Elinize balon almayın, eşinizle ömür boyu mutlu ve umutlu yaşayın).

***

Dışarıya çıktığımda hava iyice serinlemişti. Birkaç adım atar atmaz onunla göz göze geldim. Annesinin elinden tutmuştu ama annesi gibi vitrindeki giysilere değil, balona bakıyordu. Göz göze geldik. Çocukluğumdan gelip taşan ses yeniden çınladı benliğimde:
“Baba, bana balon alır mısın?”
Elbisesi değil ama saçları sarıydı. Usulca yanlarına yaklaştım. Yaklaştıkça gözlerindeki umudun daha çok parladığını gördüm. Annesi beni hala fark etmemişti. Bileğimdeki ipi çözdüm. İnanılmaz bir biçimde ne olacağını anladı ve minnacık elini bana uzattı. Balonun ipini bileğine bağlamamla yanlarından hızla uzaklaşmam bir oldu. Caddenin köşesini dönerken son gördüğüm annesine beni göstermesiydi.
Gelin bu günlerde siz de kendinize birer balon alın.
Balonlarla dolu bir İzmir dileğiyle… Sevginiz balonsuz kalmasın…