Köy mü kent mi?

Kimlik Arayışı İçindeki İzmir’de Sahne Sanatlarının Yeri

Geçtiğimiz haftalarda yapılan ve ülkemizin en önemli eğitim olaylarından biri olan ÖSS sonuçları kısa zaman sonra açıklanacak. Ne yazık ki bu alanda İzmir’in ülke sıralamasındaki yeri, son yıllardaki en kötü düzeye inmiş durumda. Üstelik bu başarısızlık sadece eğitimde değil, sayılamayacak kadar çok alanda, neredeyse kanıksadığımız bir tabloya dönüştü. Kapital sahiplerinin sıradan küçük burjuva olmaktan ileriye gidemediği bir kentin Süper Lig’de oynayan futbol takımı da yok. Kısacası İzmir, sanki görünmez bir kuşatma altındaymışçasına, -eskilerin deyişiyle- tam bir “Nisyan” ya da bir düşüşü sürdürmekte. Kısacası çoğumuzun sık duyduğu “İzmir, kent değil kocaman bir köydür” kötülemesine hemen her alanda uygun örnekler bulmak olası.

İşte bu paraşütsüz inişte, sahne sanatlarının İzmir’deki varlığı ve duruşu nasıl? Bu yazıda olabildiğince bundan söz etmek istedim. Bunu da kentteki sanayi ve ticaret gelişiminin paralelinde inceleyerek anlatmanın ilginç olabileceğini düşünüyorum.

İzmir kentinde sanayi ve ticaret gelişiminin kentin sanat ve kültür yapısına doğrudan ve dolaylı etkilerini kısaca incelerken “Cumhuriyet öncesi” dönem ile “Cumhuriyet dönemi”ni ayrı ayrı ele almak kaçınılmaz bir zorunluluktur. Çünkü her iki dönem, bu konuyla ilgili arz ve talep ilişkileri açısından birbirlerinden kesin çizgilerle ayrılmış farklı özellikler göstermektedir.

Biliyoruz ki kentler “Tarımsal ve tarım dışı üretimin dağıtımının kontrol fonksiyonlarının toplandığı yerleşme biçimleri”dir. Geçtiğimiz yüzyılda sanayi öncesi feodal kent yapı ve ilişkileri düzeninden, az gelişmiş bir metropoliten merkez haline dönüşen İzmir’de bu dönüşüm hareketinin ivme kazandığı nokta; yapımına 1868 yılında başlanan rıhtım inşaatıdır. Aynı dönemde imtiyazları alınarak yapımları tamamlanan İzmir-Aydın ve İzmir-Kasaba demiryolu hatlarıyla da denize dikey inen iki verimli nehir vadisi boyunca uzanan tarımsal ve madensel zenginlikler İzmir limanına indirilmeye başlanır ve kent İstanbul ve Selanik ile birlikte Osmanlı İmparatorluğu’nun batıya açılan en önemli üç kapısından biri haline gelir. İzmir limanının dışsatımdaki önemli payı dışalımda da aynı çizgiyi sürdürür ve 1914 yılına gelindiğinde dışalım mallarının %64’ü ülkeye buradan girip İstanbul’a bile İzmir’den gönderiliyor hale gelir.

Dışa dönük yeni yol sistemi üzerinden liman-merkeze akan malların gideceği yerlere gönderilmesi işlemi elbette artık eski tüccarlar ve onların basit örgütleri ile olamaz. İzmir, özellikle 1850’lerden sonra yeni ticaret örgütlerinin ve bunları hem besleyen hem de kontrol eden yeni kurumların yerleştiği bir şehirdir. Sözgelimi bu dönemde tümü de yabancı merkezli olmak üzere 7 banka ve 4 büyük sigorta şirketinin İzmir’de iş gördüğünü biliyoruz. (Bu bankalar: Osmanlı Bankası, Selanik Bankası, Atina Bankası, Midilli Bankası, Credit Lyonais, Deutsche Orient Bank, Anadolu Bankası (Fransız); Sigorta şirketleri ise: İzmir Osmanlı Sigortası, Union Français, Le Fenic Espanol, Adriatica Sigorta Şirketi’dir.

Öte yandan yüzyılımızın başına gelindiğinde Levanten kültür, hemen tamamına yakınını elinde bulundurduğu yeni ticaret şeklinin kendine uygun farklı bir mekanda yerleşmesini sağlar ve bunun için gerekli özel binalar yaratır. Dönemin iş bölgesindeki tüm binaların eskilerinden farklı olarak kagir olarak yapıldığı görülür. Bu dönemde İzmir’de modern anlamda otel kurumunun da ortaya çıktığı anlaşılmaktadır. Yani taşınan malın ve taşıtın bakımı ve geceleme yeri nasıl farklı bir mekana kaymışsa, taşınan malın sahipleri de malın bırakıldığı yerin dışında geceleme olanağı bulmuşlardır.

19. Yüzyılın ilk yarısında İzmir’in merkezi iş mıntıkası bir tek ekonomik düzenin yerleşmesini aksettirmektedir. Yeni yapılan binalar, buralara yerleşen fonksiyonlar hepsi birbiriyle bütünleşmiş, birbiriyle işleyen birimlerdir. Ancak 1870’lerden sonra yani İzmir’in dışa bağımlı ticareti ve para kurumları yukarı doğru yükselen bir eğri çizerken iş mıntıkasının ağırlığı yeni alanlara kaydığı gibi, kuzeye doğru gelişme giderek bu kurumların yanında o zamanın lüks otellerini, kulüplerini ve eğlence yerlerini de geliştirir. İşte bu birimlerin arasında da elbette tiyatro ve konser salonları, sinemalar, sahneli açık hava bahçeleri yerlerini alırlar. Doğal olarak zamanın sermayedarları dönemin İzmir iş yaşamının yoğun akışı içinde sanat altyapısına da yatırım yapmayı, ticaret kurallarının önemli bir maddesi olarak görür ve İzmir Avrupa çapında salon ve kurumlara kavuşur. Dolayısıyla da İzmir kenti 1870’lerden Birinci Dünya Savaşı yıllarına kadar geçen yaklaşık yarım yüzyıllık dönemde oldukça önemli sanat ve kültür olayları yaşar.

Kurtuluştan sonra üç gün üç gece süren büyük yangın yalnızca “Gavur İzmir”i yok etmekle kalmaz, hemen tamamı bu bölgede bulunan kültür yapılarının da küle dönmesine neden olur.

Cumhuriyet dönemine baktığımızda durumun ticari yapı-sanat ilişkisi açısından pek parlak olmadığı görülür. Geçen 80 yıldan fazla zaman içinde olağanüstü gelişme gösteren İzmir ticaret yaşamı ne yazık ki bu kentte ticaret yaparak kazandığı parayı, bu kentin sosyal ve kültürel alt yapısına asla harcamaz. Bu konuda yatırım yapmayı da -Bir kaç küçük olumlu örnek dışında- bu güne kadar hiç düşünmemiştir.

Günümüz İzmir’i, geçen yüzyılın neredeyse İstanbul ile yarışan sanat-kültür etkinliklerine sahip İzmir kenti değildir. Her ne kadar başta operası, tiyatrosu, orkestrası olmak üzere birçok sanat kurumu varsa da bunların tamamı devlete ait kurumlardır. Öte yandan bu kurumların çalışma alanı olarak kullandıkları yapıların hiçbiri gerekli alt yapı ve olanaklara sahip değildir. Dolayısıyla günümüz İzmir’inde sahne sanatları tamamen devlet desteğinde ve elverişsiz mekanlarda hizmet vermeye çalışmaktadır. Gelişen ticaret yapısı içindeki sermaye bu önemli alana yatırım yapmayı adeta bilinçli olarak nitelendirebileceğimiz bir biçimde görmezden gelmektedir.

Bir kent sanat ve kültür alt yapısını tamamlayıp, kentdaşlarını sanat ve kültürün eğitici öğretisiyle yüz yüze getirmeyi başaramazsa büyük kent olmayı başaramaz. Büyük kent olmanın yalnızca o kentte yaşayan insan sayısına bağlı olmayan önemli tanımlamalarından biri de budur. Bu kentin ülke çapında holdingleri, önemli ticari kuruluşları ve iş adamları, büyük projelere imzalarını atmış yatırımcıları vardır. Ancak bu kentin aynı yatırım başarısıyla yaşama geçirmeyi başardığı sanat kuruluşları hiç yoktur. İzmir’de dişe dokunur çalışmalar yapan özel tiyatro geleneği yoktur. Oysa Türk tiyatrosunun günümüzdeki kalburüstü sanatçılarının önemli bir bölümü İzmir doğumludur. Bu, diğer sanat dallarının tümünde de böyledir. İzmir kenti, yetiştirdiği sanat insanını barındıramamaktadır. Çünkü bu işin gerekli altyapısını kurmamıştır.

Sanat mekânlarına baktığımızda da durum farklı değildir. Cumhuriyet dönemi büyük yangında yok olan yapıların yerlerine yenilerini koymayı başaramamıştır. Günümüzde Devlet Tiyatrosu Konak’ta yapımı 1927 yılında tamamlanan “Türkocağı binası” ile Karşıyaka’da sinemadan bozma ve artık yeni sahiplerinin ne zaman “Burayı terk edin” diyeceğinin bilinmediği bir salonda; Devlet Opera ve Balesi sonradan sahnesi büyütülmeye çalışılan eski bir sinema binasında; Devlet Senfoni Orkestrası ise İzmir Büyükşehir Belediyesi’nin himayesinde, ancak oldukça yetersiz bir salonda hizmet vermeye çalışmaktadır. İzmir’in uluslararası tek sanat festivalini izlemek için sanatseverler onca yolu aşarak Efes’e gitmektedir. İzmir’de özel sektörün bu alanda yaptığı bir tek mekan vardır: Sabancı Kültür Sarayı. Onun da dışı sizi, içi bizi yakar durumdadır. Her şeyden önce bu merkezi yapan holding İzmirli değildir. Elbette iyi etmiştir de bu böyle bir yatırımı yapmıştır. Ama İstanbul’da Avrupa’nın en modern ikiz kulelerini diken teknolojiye sahip bu holdingin mimar ve mühendisleri İzmir’deki yapıda olmayacak yanlışlara imza atmışlardır. Yapının ana unsuru olan salon ve sahne üçüncü kata yerleştirilmiştir. Sahnenin içinde kalan kolonlara çözüm bulamamışlardır. Sahnenin bulunduğu katta sanatçılar için herhangi bir oda bulunmamakta, sanatçılar ya alt ya da üst kattan sahneye ulaşmaktadırlar. Dört metreye yakın yükseklikte pano yerleştirilmek üzere yapılan dekor asansörüne açılan kapılar neredeyse bu ölçünün yarısı kadar yükseklikte yapılmıştır. Yapı tamamlandıktan sonra da elektrik trafosunu içeriye alabilecek bir boşluk bırakılmadığı anlaşılmış ve binanın yanına gecekondu bozması bir trafo kulübesi yapılmıştır. Sonuçta bu binalar İzmirliye ve İzmir sanat kurumlarına yakışmamaktadır. Ama yine de Sabancı Holding’e teşekkür edilmesi gerekmektedir. İzmirli iş adamlarının yapmadıklarına bakınca bu yapının anlamı farklılaşmaktadır.

Her yıl gittikçe gelişen İzmir ticaret ve sanayi çevresi İzmir’e yüzme havuzları, halı futbol sahaları, cafe ve barlar kazandırmaktadır. Bunlar hoş şeylerdir ama günü boş geçirten şeylerdir. Beyler biraz da çocuklarınıza bırakacağınız geleceği düşünün ve sanata kültüre yatırım yapın. Nice kültür merkezi, konser salonu, tiyatro binası projeleri hatta basılmayı bekleyen kitaplar bu gerçeği fark etmenizi bekliyor. Bunları yaşama geçirecek kapitalin sizlerin elinde olması, bu kentin hiç olmazsa bu alanda şansı olmalı. Haydi… Haydi… Haydi…