Bir fidan alır dikersiniz, geleceğe pırıl pırıl bakan ümitler taşır. Siz de o fidanın açacağı çiçekleri ya da meyveleri düşler, umutla toprağını beslersiniz. Ama işler hiç de öyle gitmez. Kısa zaman sonra yolunda olmayan bir şeyler hissetmeye başlarsınız.
Fidanda hafiften bir sararma hatta yaprak uçlarından kurumalar gözlemlersiniz. Sizi hafiften bir telaş alır. Bilenler varsa sorar, olmadı yolunuzu çarşıya düşürüp tarım ilaçları satanlara danışır, elinizdeki torbada bir yığın haşere ilacıyla dönersiniz. Her ne kadar ilaç için size bir ölçü tarif ettilerse içinizden Ben gene de daha fazla koyayım, etkisi katlansın der ve fidanı adeta ilaçla yıkarsınız.
Bu arada bahçe arası sohbetlerde ne yaptığınızı soran komşulara durumu anlatırken çarşıda ilaç hakkında öğrendiklerinizi mutlaka kendi bilginiz gibi satar, hatta konuşmanızı yaşamlarında ilk kez duyuyormuş mimikleriyle dinleyenlere yarı havalı biçimde de Pompada biraz ilaç kaldı. Dur, size de atalım iyilikseverliğinde bulunursunuz. Artık tedirginliğiniz azalmıştır.
O gece rahat uykunuzda fidanınız düşlerinize konuk olur. Artık nasıl beklentiniz var ise top top meyveler ya da öbek öbek çiçeklerle sarmaş dolaş bir gece geçer. Ne var ki iki gün geçmeden bu mutluluk fidanla birlikte hızlı biz bozulma yaşar. İlaç da yarar getirmemiş, fidan kısa zamanda kuru bir dala dönmüştür.
***
Şehirlerde fidanlar gibidir benim gözümde. Hele canım şehrim daha da özeldir. Ona kıyamam, uzun zaman ayrı duramam. Burada doğmuş olmak ve yaşamak farklı bir mutluluktur benim için. Bu şehirde yaşıyor olmanın dayanılmaz güzelliği nedeniyle yıllar önce mesleğimin başşehrine gitmemiş ve bu nedenle farklı bir ün ve kazanca gözümü kırpmadan sırt çevirmiştim. Çünkü benim şehrimde yaşamı soluyor olmak farklı bir ayrıcalıktı.
Ama artık bu fidan da hızla bozuluyor. Yaşama ve yaşamın güzelliklerine bilerek ve bilmeyerek kast edenler; yerel yönetimlerin Onlar da gariban açıklamaları arasında adım adım şehri işgali ve kendilerine benzetmeyi sürdürüyorlar.
Şairin yıllar önce dediği gibi artık başkalaşmış bir şehrin havasını soluyorum. Böyle olmasından da hiç hoşlanmıyorum.
Yıllar önce bir açılışta şehrimizin her şeyi bilme savında olan, araştırmayan yazarlarından biri Şu anda istasyona ya da limana elinde valiziyle gelen her kişi, geldiği andan itibaren hemşerimizdir demişti. O zamanlar sözü pek tartmamıştım ama şimdi görüyorum ki halt etmiş. Bu şehir böyle hemşeriler kaldırmıyor. Zaten gelenin de hemşeri olmaya asla niyeti yok. Burada, geldikleri şehri tüm çarpık gelenekleri ve yaşam biçimiyle sürdürüyorlar.
Bunlarda uzlaşma kavramı asla yok. Anladıkları dar alanlarda sınırlı. Yanıtları ise öncelikle tehdit ve ardından taş ve sopa. Yerlere tükürmek, çöp atmak, gözlerinin kestiği her alanı işgal etmek, yeşile özen göstermemek, doğayı korumamak hep bunlarda.
Ne eğitim, ne kültür ne zarafet, ne saygınlık, ne düzeyli ilişkiler, ne şiir ya da ne heykel hiç önemli şeyler değil. Çok iyi bildikleri iki şey var illegal her yolda yeni alanlar yaratmak ve hızla çoğalmak. Bu hızla çoğalmanın sonucunda da çok uzak olmayan bir gelecekte sandıktan iktidar olarak da çıkacaklar. Üstelik şehre yeni gelen her kişi adeta hasta dokuya yeni bir bozuk hücre olarak eklenirken, geldikleri yerde kalanlara da yeni yerler yaratmanın hesabını yapıyor.
Bunlar eğitilebilir mi? Eğitilerek sağlıklı bir birey ve uygar bir şehirli olabilirler mi? Bir zamanlar Neden olmasın? derken şimdi Asla olası değili emin olarak söylüyorum. Tüm kent mobilyalarını babasının evinin eşyası gibi hor kullanan, kıran, parçalayanlardan nasıl bir değişim ve gelişim beklenir ki?
Yıllar önce ünlü bir şarkıcımız Duvarlarımıza astığımız çorapların sahipleri geldi diyerek bu amansız göçü savunmuştu. Artık duvarlara çorap asılan yer kalmadı çünkü kimse şark odası ya da köşesi yapmıyor. Çünkü her yer şark odası gibi oldu, her yer kebapçıdan geçilmiyor.
Ben şehrimi istiyorum ama artık o kadar uzakta ki
Sesimi bile duyuramıyorum