Hoşçakal fuar

Ülkenin neredeyse son iki aydır yoğun biçimde
“Evet mi? Hayır mı? Söyle bana nedir senin cevabın?
Beklemek istemem, ne olacak bilinmez ki yarın!”

şarkısının peşinde koştuğu günlerde kullanılan adıyla İzmir Enternasyonal Fuarı adeta rüzgar gibi geçti, gitti…

Referandumun ardından İzmir’in ülke genelindeki duruşu ile ilgili değerlendirmeyi ilerideki günlere bırakıp anılarda kalan unutulmaz fuar güzelliğinden söz etmek istiyorum.

İzmir ile simgeleşen “Fuar” sözcüğü İzmirlilerin ağzında adını Kültürpark’a verecek kadar önemlidir. O alan çoğu İzmirlinin gözünde asla Kültürpark değil, “Fuar”dır. Günümüzde o alanda bir çok fuar düzenleniyor ve bunların tamamı çok kısa zaman dilimlerini kapsıyor. Ama işin ticaret kuralları boyutuna girmeden söylemek gerekir ise gönlümüz hep eski fuarları arıyor.

Bizim kuşak 20 Ağustos’ta başlayıp, 20 Eylül’de sona eren uzun mu uzun fuarlara alışkın çocuklar olarak yetişti. Her yaz Ağustos sonuna yaklaşıldı mı hepimizde tatlı bir heyecan başlardı. Ağustos’un 20’sinde açılacak olan fuar, bizleri bu ülkenin diğer şehirlerindeki çocuklarından ayrıcalıklı konumda tutan bir güzellikti. Lambalı radyo döneminde dünyaya açılan bir pencere idi fuardaki pavyonlar. Başka şehirlerdeki akraba ya da tanıdıklar genellikle İzmir’e ziyaretlerini hep o tarihlere denk getirir ve evimizde konuk eksik olmazdı. Biz kardeşimle akşam görecekleri güzellikleri bir bir sıralamaya çalışırken “Geçen sene İtalyan pavyonu da çok güzeldi… Bir de Japonya pavyonu…” gibi sözcükler kullanınca özellikle konuk kadınlar kocalarına bakar ve “Bey, bak pavyonlar varmış… Çocukları götürmesek mi” gibi komik yorumlar yaparlardı.

Fuara gitmek demek ailecek yaşanacak bir sosyal olay demekti. Gündüzden heyecanla bekleşir, babam eve geldikten hemen sonra da hazırlanıp yola koyulurduk. O dönemlerde troleybüs ve otobüs hatlarına özel “Fuar” servisleri eklenirdi. İlkokul döneminde Küçükyalı’da oturuyorduk. Köşk Sineması’nın karşısındaki duraktan bindiğimiz troleybüs -herhalde Fuar sevinci ile olacak- bana daha bir ışıklı ve temiz görünürdü. Üçkuyular’dan kalkan troleybüsler İzmir Palas’ın arkasındaki kavşaktan Vasıf Çınar Bulvarı’na saparken gözüm Lozan Kapısı’nın iki uzun direğine takılırdı. Troleybüsten iner inmez de annemin “Dur oğlum, acele etme. Baban daha bilet alacak” sözüne adeta kulak asmaz ve turnikelerin yanında onları beklerdim. Kapıdan içeriye girer girmez de özgürlüğe kanat çırpan kuşlar kadar özgür ve mutlu hissederdim kendimi. Bizim çocukluğumuzda fuara katılan ülke sayısı her yıl artardı. Hatta bazı yıllar elliyi bile geçmişti. Ama hemen her yıl katılan ülkelerin pavyonlarını adeta ezberlerdik. Lozan Kapısı’ndan girer girmez solda zarif saat kulesi ve orijinal mimarisi ile Pakistan ve hemen ardında devasa büyüklükte ABD pavyonları; onun arkasında da Benelüks (Belçika, Hollanda ve Lüksemburg) pavyonu. Sağda ise önce Batı Almanya, ardında İtalya pavyonları ile Kaskatlı Havuz’un karşısında İngiltere ve hemen onun yanında ise sonraları TRT İzmir TV stüdyoları olacak olan İsrail pavyonları.

Pavyonları gezerken gözlerim mutlaka orada çalışan görevlilerin dağıtacakları broşür ya da sürpriz eşantiyonlarda olurdu. Bazen hiç beklenmedik kalitede şeyler de verebiliyorlardı. Söz gelimi 1960’lı yıllarda Avusturya pavyonunda verdikleri sumen yavrusu dosya kabı ile Sovyetler Birliği pavyonundan aldığım plastik defter kaplarını hala kullanırım. Havuzun arkasında, o dönemlerde Kültürpark’taki en büyük yapı olan Türkiye Odalar Birliği Pavyonu önüne geldiğimizde ailecek “Hangi yöne gideceğiz?” tartışması başlardı. Annemler şıra içmek için 26 Ağustos kapısı yakınındaki Tariş pavyonuna doğru gitmek isterken, kardeşimle birlikte onları tam tersi yöne, yani Basmane Kapısı olarak da bilinen 9 Eylül Kapısı yönüne doğru çekiştirir dururduk. Çünkü orada Lunapark vardı. Oradaki oyuncakların çoğuna binebilmek için uzun zamandır harçlık bile biriktirmiş olurduk. Ama ne kadar biriktirirsek biriktirelim kardeşimle bana alınan ve bileklerimize bağladığımız “Uçan balon”ların parasını mutlaka babama verdirirdik. Bu arada o ince pamuk ipliklerini parmaklarının arasından kaydırarak balonlarını kaçıran başka çocukların feryatlarını duyduğumuzda bileklerimize bağlı ipleri bir de avucumuzda sıkıca tutardık. “Onlar, belli bir yüksekliğe ulaşınca mutlaka patlar” diyen babamın sözünden hareketle “Acaba ne zaman patlayacak?” diye kaçan balonların arkasından uzun süre bakar dururduk. Bu arada aval aval gökyüzüne bakarken yanından geçtiğini fark etmediğimiz dikenli dal uçları beklenmedik anda bizim balonları patlatır ve o iki renkli balon bir anda lastik parçası olarak bileğimizden sarkan ipin ucunda sallanır kalırdı.

Lunapark ayrı bir rüya idi ve oyuncaklara binmeye her zaman çok hevesli idik ama yine de açılarak dönen salıncak ya da bir yerlere tutunarak durmanın çok zor olduğu Balerina’ya pek binmezdik. Kabuslar Şatosu’nun ray üstünde giden arabalarına bindiğimizde de yanımızda kim varsa ona korkuyla sarılırdık. Lunapark’taki çok özel bir alanda bazı yıllar oraya gelen sirkler olurdu. Annemleri yemin billah ederek “Başka bir yere girmek istemeyeceğiz” diyerek ikna ettikten sonra sirk çadırına girerdik. Genellikle İtalyan ya da Alman kökenli olan sirklerde ilgimi en çok trapez cambazları çekerdi. Her şeyi ince ince hesaplayarak bir trapezden diğerine taklalar atarak geçen o olağanüstü insanları hayranlıkla izlerdim.

Sirkten çıkınca karnımız acıkmış olduğundan hemen sirk ile kahkaha aynaları arasında, Manolya Gazinosu’na giden ara yolun tam başında yer alan sandviç büfesine giderdik. O büfe çok güzel sosisli sandviçler yapardı. Hafif yağda kızarttığı oldukça lezzetli sosisleri koyduğu yumuşacık sandviç ekmeğinin o yağa banar ve içine ayrıca dilimlerce salatalık turşusu da koyardı. Annem ve babam Zeki Müren’in sesine hayrandılar. Bu nedenle her fuarda en az bir kez Manolya’ya bilet alırlar ve Zeki Müren’in o yaz hangi kıyafetleri diktirdiğini de görmüş olurduk. Buna rağmen diğer fuar gezintilerinde de birkaç gün önce canlı olarak izlemiş olmalarına karşın Manolya’nın önünden geçerken mutlaka duraklayıp en az iki şarkısını dinlerlerdi. Fuarın gazino hayatı ise bambaşka bir alemdi. Gece yarısını geçmiş bir saatte eve dönüp de yorgunluktan bacaklarımız tutmaz bir halde kendimi tertemiz çarşaflı karyolama attığımda nasıl uykuya daldığımı bilemezdim. Sabah uyandığımda bir gece önce şişik olan uçan balon mutlaka sönmüş ve buruşmuş olurdu. Sevgiyle kalın.

İZFAŞ yönetimi “Gazinosuz fuar” konusunda uzun zamandır yapılan eleştirilere yanıt olarak üç yıl önce “Nostalji Gazinosu” denedi ve tutturamadı. Ne olursa olsun 60’lı yılların sonlarına doğru zirve yapan, fuarın “Gazinolar Cenneti” olma hali asla geri gelemedi.

Çocukluğumuzun fuarlarına gitmek, bütün yıl boyunca beklenilen bir sevda gibiydi. Uzun ve yağmurlu kış günleri biter, bol çiçekli bahar günleri yaşanır ve okullar kapandığında uzun ve sıcak bir yaz başlardı. Bu açıkhava sinemalı, kapı önlerinde sohbetli ve Sütsan’lı günlerin ardından Ağustos ayı geldi mi başlayan heyecan, fuarın kapısından girdiğimiz anlarda doruğa çıkardı. İster bizi ziyaret için fuar zamanı gelen başka şehirlerdeki akrabalar olsun ister ailecek gidelim, bu gecelerden biri mutlaka gazinolardan birisine ayrılırdı. 20 Ağustos’tan bir gün önce ya da hemen o gün İzmir’de yayımlanan gazetelerde iki sayfaya tam baskılı gazino ilanları çıkardı. Şimdi asla bir araya getirilemeyecek sayıda ve kalitede solist ya da topluluğun oluşturduğu kadrolar, bir assolistin altında yer alır ve her gazino ayrı bir kadro ile diğerleriyle adeta savaş verirdi.
Çocukluğumuzun fuar gazinoları arasında seyircinin sahneyi en rahat görebildiği gazino “Manolya” idi. 9 Eylül Kapısı girişinde, hemen sağdaki alanda yer alan bu betonarme amfili ve balkonlu gazino 1962 yılında hizmete girer. O günlerde 27 Mayıs Tiyatrosu ya da Yeni Tiyatro adlarıyla anılan bu bahçede henüz amfi ve tribün yapısı yoktur. Ancak iki yıl sonra Zeki Müren’in fuara gelmeye ikna edilmesiyle uygun bir yer aranmaya başlanır ve burası seçilir. Kısa zaman sonra da yeniden inşa edilerek seyirci kapasitesi arttırılır. Gazino, adını ünlü sanatçının bestesi olan ve Kürdilihicazkar makamındaki “Manolyam” şarkısından alır. Girişinde boydan yazılı olan Zeki Müren yazısının harfleri her yıl ayrı bir maddeden imal edilmiş olurdu. Hatta 1965 yılında Zeki Müren’in kendi çizdiği desenlerden yapılan kumaşların kullanıldığı harfleri bu gün bile anımsarım.

Manolya’dan sonra en saygın gazino, adını hemen yanında kurulduğu yapay gölden alan Göl Gazinosu idi. Diğerlerinin aksine burası yemekli bir gazino olduğundan biraz daha pahalı idi. Göl Gazinosu’nun assolistleri arasında Nesrin Sipahi ve Gönül Yazar’ı hemen saymam gerekir.

Bu ikisinin dışında yer alan diğer gazinolar adeta birer halk bahçesi biçiminde çalışıyor ve her gece tahta sandalyelerde tıkış tıkış sıralanmış binlerce seyirci ağırlıyorlardı. Bunlardan bir tanesi “Lunapark Gazinosu” idi. Lunapark içinde ve dönme dolaba binenlerin sahnesini görebilme şansına sahip oldukları gazinonun İstanbul ve Ankara’da da adaşları vardı. Bu gazinonun bir dönem en önemli solisti Barış Manço olur. İzmirliler kendisini o kadar beğenirler ki, Manço’nun programı bittikten sonra gazino boşalmaya başlayıp, ardından çıkacak olanların seyircisi düşünce Barış Manço’yu kadrodan çıkardıklarını da yaşamıştık. 60’lı yılların ilk yarısında iki türkücü Türkiye’yi kasıp kavuruyor ve dolmuşlarda, taksilerde onların plakları çalınıyordu: Muzaffer Akgün ve Ahmet Sezgin. İşte o Ahmet Sezgin’i ben Lunapark Gazinosu’nda tanıdım. Daha yaşım oniki idi ama kendisine eşlik eden gruptaki baş sazcıyı daha o zamandan tanıyordum: Abdullah Nail Bayşu. Ancak onun yanında oturan ince ve çok sessiz genç bağlamacı da herkesin dikkatini çekmişti. Çok iyi çalıyordu. Ahmet Sezgin iki türkü arası grubunu tanıtırken, elini o gencin omzuna koydu ve “Samsun’dan gelen bu delikanlıya dikkat edin. Bir zaman sonra bütün Türkiye ondan söz edecek” dedi. Gerçekten de öyle oldu. Beş yıl sonra Orhan Gencebay’ın adını herkes duymuştu.

Lunapark Gazinosu’nun en önemli rakibi “Ekici – Över Gazinosu” idi. Yine 9 Eylül Kapısı girişinde ama sol yöndeki boşlukta yer alan ve sonraki yıllarda uzun zaman Zeki Alasya – Metin Akpınar Tiyatrosuna ev sahipliği yapan bu gazino İbrahim Tatlıses’i İzmirlilerle buluşturmayı başarmıştı. Lunapark’ın hemen yakınında, Kahramanlar yönüne döndüğünüzde fuardaki en küçük gazino yer alırdı: Çamlık Senar Gazinosu. Adı, işletmecisi Beşir Öge’nin Müzeyyen Senar’a olan aşırı hayranlığı nedeniyle böyle olan gazinoda sahneye çıkan Müzeyyen Senar’ın sahne kenarında her zaman dolu bir kadeh rakısı bulunurdu. Şarkı boşluklarında bu kadehten okkalı bir yudum alır ve şarkıya öyle devam ederdi. Çok sevdiğim Tanju Okan’ı da ilk kez burada dinlemiştim. Bu gazino sonraki yıllarda, program yapmayı bıraktı ve fuar zamanları sürekli olarak Nejat Uygur Tiyatrosu’na sahne açtı. Bu nedenle de adı Nejat Uygur Tiyatrosu oldu.

Fuar gazinolarının halkla en iç içe olanı Akasyalar Bahçesi idi. Sonraları Konak Maksim Gazinosu’nu da işletecek olan Atalay Noyaner’in çalıştırdığı bahçe sürekli düzenlediği “halk konserleri” ile inanılmaz kalabalıkları toplardı. Gazino kısmının hemen arkasında, paravan ile çevrili bir başka bölümünde oturanlar, sahneyi görmeden yalnızca dinler ve burada yiyip içerlerdi de… Dönemin ünlü topluluğu Beyaz Kelebekleri’i ilk kez burada izlemiştim. Güneri Tecer de hemen her yaz burada sahne alırdı.

Fuarı fuar yapan eğlence yerleri elbette sadece bu gazinolardan ibaret değildi. Mehtap Bahçesi, Ada Gazinosu, Recep Özgen, Villa ve Menekşe çay bahçeleri, Küçük Ada Gazinosu, Dağ Disko gibi mekanlar da kendilerine özgü yerlerdi. Lozan Kapısı girişinde sol tarafta yer alan Mehtap Bahçesi, günümüzde İsmet İnönü Sanat Merkezi’ne dönüşmüştür. Ama bunlardan da önemlileri ve bir çok İzmirlinin belleklerinde unutulmaz anılar bırakan iki yer: Mogambo ve Kübana gece kulüpleridir. Bir dile gelseler kim bilir ne aşklar anlatırlar. Bugün fuarda o günleri yaşamak olası değil. Çünkü ortada gazino kalmadı. Ancak sembolik bir şeyler yapılabiliyor. Artık o sesler baki kalan kubbede hoş bir sada olarak anılarımızda sonsuza dek yaşayacak.

Bu yıl fuara hiç gitmedim. Gitme hevesim de benden önce gidenlerin anlattıklarıyla söndü gitti. Fuar fuarlıktan çıkmış, adeta hijyenik olmayan ne kadar yiyecek içecek varsa satıldığı bir panayır olmuştu. Sokakta bile satışlarına izin verilmemesi gereken satıcılar adeta tüm şehirden toplanıp fuarın içine tıkılmıştı. Son beş yıldır bu kirlilik adım adım artıyor.

Ey konuyla ilgili yönetenler! Ya İzmirli olun ya da böyle yönetmeyin. Bu fuar İzmirlilere değil, sadece size layık hale geldi…