İşte İzmir…

“Sevgili kuzenim;

Başlangıçtan bu yana çok iyi giden gezimizde dün İzmir’e geldik. Türkiye çok güzel bir ülke, insanları çok hoş ve çok sıcakkanlı. Gördüğümüz birçok şehir gerçekten çok güzel. Ama itiraf etmeliyim ki İzmir hepsinden güzel ve çok farklı bir şehir.

Dün sabah, İstanbul’dan bindiğimiz gemi İzmir şehrinin değerli bir gerdanlık gibi çevresinde yer aldığı Körfez’e girdiğinde sıcak bir güneş bizi merhaba dercesine karşıladı. İlk dikkatimi çeken şey deniz suyun inanılmaz berraklığı oldu. O kadar temiz ki, neredeyse dibi bile gözle görülebilecek durumda. Denizin rengine bakıp kendinizi rahatlıkla Hawaii gibi bir yerde sanabilirsiniz.

Kısa zaman sonra limanda rıhtıma bordaladık. Oldukça büyük bir liman. Daha önceleri buraya her tür şilep de yanaşıyormuş. Ama şehrin turizm potansiyelini görünce yük gemileri için Körfez dışında bir başka liman yapmışlar ve burayı yalnızca yolcu gemileri için kullanıyorlarmış. Görebildiğim kadarıyla bizimki dışında altı büyük yolcu gemisi daha vardı. Anons ederek verilen bilgiye göre o gün sadece deniz yolu ile on üç binden fazla gezgin gelmiş. Onca kalabalığa rağmen organizasyon kusursuz. Her şey tıkır tıkır işliyor. Gemiden inmeden önce hepimize “İzmir Kent Rehberi” adlı bir kitabı armağan olarak verdiler. İzmir Büyükşehir Belediyesi’nin armağanıymış. Sekiz ayrı dilde baskısı var, her birimizin konuştuğu dile göre önceden hazırlanmış. Rıhtıma ayak bastığımızda bizi çeşitli sürprizler bekliyordu. Türlü türlü etkinlikler, animasyonlar… Çok hoştu her şey…

Bu arada İzmirli turizm şirketleri ile ticaret odasının limana yanaşmadan önce bizden topladığı formdaki tercihlere göre gezginler gruplara ayrıldı. Efes, Bergama gibi antik kentlere gitmek isteyenler gruplar halinde yakındaki pistlerden özel helikopterler ile havalanıp gittiler. Ben, gezginlerin büyük bölümü ile birlikte bu benzersiz şehri gezmeye karar vermiştim. Çünkü İzmir özellikle son yıllarda turizm açısından büyük atılım yapmış ve yarattığı farklılık ile de inanılmaz bir turizm yıldızı olmuştu. Paris, Roma, Prag, Venedik gibi şehirler artık İzmir’i kıskanır duruma gelmişlerdi.

Gezi arkadaşlarımla birlikte çıkış peronlarına yaklaştık. Önceki yıllarda otobüs ya da taksilerle yapılan bu geziler için artık çok daha donanımlı ve rahat orta boy araçlar düzenlenmiş. Her aracın yan tarafına sürücünün konuşabildiği dillerin minik boyda bayrakları resmedilmiş. Şöyle bir göz attığınızda her birinin en az iki dil bildiğini gördük. Sürücüler pırıl pırıl giyimli, tertemiz insanlar. Bindiğimiz araç İzmirlilerin “Kordon” dediği sahil yoluna çıktı. Hem araçtaki sesli yayından hem de elimizdeki rehberden, gördüğümüz her özel yer hakkında bilgi alıyorduk.

Bu Kordon çok hoş bir alan. İzmir’in uygar insanlarının bu özel alanı ne kadar düzenli kullandıkları da dikkat çekici. Söz gelimi sevimli köpeklerini dolaştırmaya çıkanlar, hayvanlarının pisliklerini asla çimlerin üzerinde bırakmıyor ve hemen topluyorlar. Yerde bir tane çöp göremezsiniz. Hatta Türkler’in çok sevdiği ve Ayçiçeği dedikleri çekirdek kabuklarının bir tanesini bile yere atmıyorlar. Herkes ürettiği çöpü torbalar içinde çevredeki çok sayıda kutuya atıyor. Gün içinde de bu kutular hızla temizleniyor.

Tıpkı kendilerine özel bir yer ayrılmış faytonlar gibi Kordon’daki yerleşim ve iş yerleri büyük bir düzen içinde. Masalar, oturma grupları, tenteler o kadar örnek ki… Herkes birbirine saygılı ve çok nazik. Ne kaldırımlar işgal edilmiş ne de insan sağlığına zararlı yiyecek maddeleri satan kimseler var… Fayton dedim de, faytonlu başka şehirlerdeki gibi hayvanların idrar kokusu da yok… İnsan, ‘bu atlar hiç çiş yapmıyor mu?’ diye düşünmeden edemiyor.

Derken, Konak dedikleri önemli bir alana vardık. Orada tarihi Saat Kulesi’ni, Hükümet Konağı’nı ve yıkıldıktan yıllar sonra ana bölümü yeniden inşa edilen çok hoş Sarı Kışla’yı gördük. Kışlanın bulunduğu alan uzun yıllar anlamsız bir meydan olarak kalmış ama sonunda burayı ele alıp çok işlevli bir tarih ve kültür merkezi yaratılmış. Yapı adeta bir etnografya müzesi işlevi de görüyor. Yöresel yemekler ve yiyecek içecekle, tarih içindeki yaşam biçimi içinde buluşuyorsunuz. Bir yanda geleneksel müzikler ve zaman içindeki İzmir şarkıları seslendiriliyor. Orada saatlerce de kalsak doyamayız. Ama turumuz yoğun. Aracımız bizi Pagos Dağı üzerindeki tarihi kaleye götürüyor.

Kadifekale diye bilinen bu alan birçok değerli şeyi de barındırıyor. İyonya döneminden Osmanlı’ya kadar sur yapılarını, bir tapınak, bir kilise ve İzmir’in en eski camisini de burada görüyoruz. Bir zamanlar bu tepede surların dibine kadar, İzmir’e göçlerle oluşmuş binlerce gecekondu ile doluymuş. Ancak şimdi bir tane bile yok. İzmirliler yeni bir kentsel planlama ile bu gibi sorunları çoktan çözmüşler. Göç edenler hem daha uygar ortamlarda yaşama olanaklarına kavuşmuş hem de sıkı birer İzmirli olmuşlar. Yıkılan binlerce gecekondudan kazanılan ve Yeşildere’ye bakan tüm yamaç doğal park ve botanik alanı olarak düzenlenmiş. İçinde birçok hayvan özgürce dolaşıyor…

Kale’den sonra kademe kademe düzenlenen bir zaman tünelinde dönemle ilgili verileri izleyerek Antik Tiyatro’nun hemen üstündeki alana konuşlandırılmış Ege Uygarlıkları Müzesi’ne ulaşıyoruz. Dünyanın en önemli müzelerinden biri. Otuz dönüm alanda kat kat yükselen teraslarla görkemli bir yapı dizisi. Tümünü doya doya gezmek bir haftada bitmez. Elbette, herkes öncelik verdiği bölümleri seçiyor. En üst kattaki seyir balkonundan İzmir’in doyumsuz güzelliğini izleyebiliyorsunuz. Taktığınız kulaklıktan başınızı nereye çevirirseniz o yönle ilgili bilgiler aktarılıyor. Ne kadar çok farklı uygarlığa merkez olmuş bu şehir.

Müzenin hemen altındaki Antik Tiyatro’ya geçiyoruz. Dünyanın en büyük antik tiyatrosu burasıymış. Yüzyıllarca toprak altında kaldıktan sonra hızlı bir çalışma ve ciddi bir emekle yaratılmış. Seyir yeri yüz elli metre genişlikte görkemli bir yapı. Roma Tiyatrosu olduğu için sahne arkası binasını mekanik bir sistemle indirip kaldırabiliyorlar. Böylelikle konser gibi etkinliklerde izleyiciler İzmir’i ayaklarının altında hissediyorlar. Özellikle geceleri büyülü bir güzellik. O nedenle bu semte tarih içinde Tamaşalık da demişler.

İzmirliler tarihi Agora ile Kadifekale arasındaki kötü yapılaşmayı kaldırdıkları için bu alanda yalnızca tarihi konaklar, köşkler kalmış. Bir zamanlar bu evleri el sanatları merkezi gibi saçma sapan işlerin yapılmasına sevk edip, tarihin yok edilmesine neden olmaya kalkanlar ve bunlara izin verenler de çıkmış ama uygar İzmirliler öyle düşünenleri seçim sandıklarında tarihe gömmüşler, sorun bitmiş. Şimdi bu evler birer mücevher misali parıldıyor. Bu yapıların arasında kazanılan yerler ise yine tarih dokulu malzeme ile çok şık kültürel parklara, tarih galerilerine, dinlenme ve seyir alanlarına çevrilmiş.

Bir ara kısa bir soluklanma molası verildi. Orada hemen İzmir’e özgü yiyecekler olan boyozlar, gevrekler, armirolar, üzümlü pastiçler, badem ezmeleri ikram edilirken yanında nefis aromalı sübye sunuldu. Sıcak içecek isteyenler ise kanela ya da somatalarını yudumladılar. Bir ara oturduğum parkta kendimi rüyasında Nemesis perilerini gören Büyük İskender gibi hissettim. Buradaki Roma dönemine ait su kanallarını dönem dönem İskender’in gezdiği mağaralar diye yutturmaya kalkanlar olmuş, ama bilim adamları her bilgiyi ve dönemi yerli yerine oturtmuş…

Bu çok güzel ortamın Osmanlı uygarlığı bölümünün merkezi olan Emir Sultan Türbesi ve hemen yanındaki küçük mezarlığı ziyaret edip, arka tarafında bulunan Osmanlı Tarih Müzesi’nde çok değerli bilgiler aldıktan sonra Altınpark ören yerine geçtik. Önceleri yerel yönetimlerin pek de önemsemediği bu bölgede kazılar başladıktan sonra yaşanan gelişmeler sonucu çevrede çok sayıdaki çarpık yapı kamulaştırılıp kazı alanı genişletilmiş ve hepimizi çok etkileyen bir görüntü oluşturulmuş. İzmir’in Antik dönemde, Batı yönündeki tek girişi olan Kervan Köprüsü’nden şehre gelen tarihi yol üzerinden yürüyerek Agora’ya ulaşan arterde tüm yapıların cepheleri Antik formlarda düzenlenmiş. Daha önceleri buradaki şehre yakışmayan çok sayıda iş yeri dokuyla ilgili mükemmelliğe kavuşturulmuş. Bravo demekten başka söylenecek söz yok.

Bu turun son noktası ünlü İzmir Agora’sı. Muhteşem bazilikasıyla birlikte bire bir yeniden yaratılmış. Dünyada böyle bir şey yok. Çok etkileyici. Bizi içeriye aldıklarında Agora’da en az üç bin gezgin vardı. Bu bile çok şeyi ifade ediyor olmalı. Zaten İzmir’e gelen turist sayısı bir yılda neredeyse on iki milyona yakın. İzmirliler bacasız ekonominin gücünü iyi kavramışa benziyorlar.

Agora’dan ayrılıp, Bornova yakınlarındaki Yeşilova Tarih Müzesi’ne doğru giderken İzmirlilerin nasıl şanslı olduklarını düşündüm. Böyle bir şehirde yaşamak yeryüzünde çok az insana nasip olur. Ama haklarını yememek gerek, bu uğurda tüm şehir çok sıkı çalışmış. Bu arada dikkatimi de çekti, yazmadan edemeyeceğim. Gezimiz boyunca yol üstünde en az elli kitapçının önünden geçtik. Çok sayıda da tiyatro ve sinema binası gördüm. Şehirde dört tane senfonik orkestra, yirminin üzerinde yerel TV kanalı ve sayısız radyo istasyonu varmış. Türklerin bir sözünde olduğu gibi; darısı Avrupa’nın ya da Amerika’nın başına…
İşte, İzmir böyle bir şehir…
Sevgiler…”