Bir randevu verir misiniz?

Sabah oldukça erken uyandım. Ilık bir duş ve şekersiz kahvaltıdan sonra o gün yapmam gereken işleri aklımda sıralamaya başladım. Önce hastaneye gidip doktorumla görüşmem gerekiyordu. Ardından Milli Kütüphane’ye geçip, bir kaç saat eski gazetelerle baş başa kalacaktım. Öğleden sonra Güzelyalı’da arkadaşlarla buluşup biraz söyleşecektik. Bu arada bir fırsatını bulup Kent Yaşam’ın yeni yazısını da aradan çıkarmalıydım.

Tam kapıdan çıkıyordum ki telefon çaldı. Bu kadar erken arayan kim olabilirdi ki?

– Efendim?

– Yaşar Ürük’le görüşmek istiyordum.

– Buyurun benim.

– Çok önemli bir konuda sizinle görüşmek istiyordum. Bir randevu verir misiniz?

– Ben kiminle görüşüyorum?

– Ben Süleyman. Sizden randevu rica edecektim. Mümkünse hemen, bugün!

– Konunun ne olduğunu öğrenebilir miyim?

– Özür dilerim. Telefonda söylemem sakıncalı olabilir. Ben baş başa olabileceğimiz bir yer olsun istiyordum.

– İyi de, size zaman ayırabileceğimi sanmıyorum. Bugün oldukça yoğun bir koşuşturmaca içinde olacağım. Size ulaşamayabilirim.

– Sizin zahmet etmenize gerek yok. Ben size ulaşabilirim. İsterseniz evinize geleyim.

– Yok, eve kadar zahmet etmeyin. Saat onbir buçukta Milli Kütüphane’ye gelin. Yerini biliyor musunuz?

– Önemli değil. Bulurum. Teşekkür ederim. Onbirde yanınızdayım.

Sözünü tamamlar tamamlamaz telefonu kapattı. Ben de karşıma çıktığı ana kadar kendisini unuttum…

* * *

Milli Kütüphane’de gazetelere gömülmüş, sayfa sayfa sütunları tararken bana doğru yaklaşan birisini fark ettim. Başımı kaldırdım ve göz göze geldik. Orta boylu, saçları ustura ile kazınmış, uzun burunlu, geniş çeneli bir adam, patlak gözlerini bana dikmiş öylece bakıyordu. O tür patlak gözlerle bakışmaktan da pek hoşlanmam. Gözlerim kamaşır gibi olur. İşte gene olmuştu ve ben gıdıklandığım için gözlerimi kırpıştırdım.

– Bendeniz Süleyman.

– Memnun oldum. Ben de…

Sözümü tamamlatmadı:

– Yaşar Bey’siniz. Sesinizden tanıdım.

Yaşıtım sayılırdı. Parmaklarımı acıtırcasına sıkmaya çalıştıktan sonra masanın yanında duran boş sandalyeye oturmaya kalktıysa da, salondaki diğer çalışanları rahatsız etmemek için, kendisini kütüphanenin giriş bölümüne çıkardım.

– Sizi dinliyorum Süleyman Bey.

– Bu iş için çok uzaklardan, ta İstanbullardan geldim. Amacım yardımlarınızı rica etmektir.

– Aman efendim. Bendeniz kim oluyor ki…

Sözümü yine kesti:

– Çok rica ederim, böyle olumsuz sözlerle ümidimi kırmayınız. Siz çare bulmazsanız, kimse bulamaz.

– Aman Süleyman Bey, beni utandırıyorsunuz.

– Asla! Yiğidin hakkı er meydanında yenilemez. Efendim, önce şunu özellikle belirtmeliyim ki, ben deli değilim.

– Rica ederim, böyle sözlerle beni hem şaşırtıyor, hem de üzüyorsunuz. Asla böyle bir şey düşünmedim. Üstelik bir delinin sizin gibi kibar ve nazik olabileceğini de sanmıyorum.

– Ne kadar anlayışlı bir insansınız. Sanatçılığınızdan olmalı. Size teşekkür borçluyum. Her ne kadar son zamanlarda “Akıl hastalığı” filân diyorlarsa da, bana göre fanteziye gerek yok; deli delidir. Ama ben az önce size yalan söylemedim. Ben deli değilim. Üstelik dizisinin başlamasından yararlanarak Kanuni Sultan Süleyman olduğumu da iddia etmeyeceğim. Buna rağmen koca İstanbul‘da bana deli gözüyle baktılar. Bütün projelerimi gülümseyerek karşıladılar.

– İnsanlar yargılarında aldanabilirler Süleyman Bey.

Çantasını açtı ve büyük boy bir kâğıt çıkararak masanın üstüne yaydı. Renkli kalemlerle çizilmiş ve karmakarışık görüntüdeki bu çizimin ne olduğunu düşünürken açıklamaya başladı:

– Bu gördüğünüz geleceğin tayyaresinin planıdır. Pervanesi kuyruk kısmındadır. Her tarafından torpil atabilecektir. Tayyarenin üst kısmı düzdür. Mıknatıslanma gücü oluşacağından, uzay boşluğunda dolaşan uçan dairelere ve füzelere bir tür pist vazifesi görecek ve bu yüzey üzerine indirecek ve aynı tutsak gemileri hareketli bir piston aracılığı ile kendisini takip etmekte olan avcı ve bombardıman uçaklarına karşı kullanılacak.

Sonra eliyle bir yeri işaret etti:

– Burası da teleskop odasıdır. Burada oturacak herhangi bir âlim, daktilo makinesine benzer tuşlara bastığında, tayyare o harf ile başlayan yıldızlara kadar yükselecek! Alim bu sırada o yıldızın fotoğrafını kolaylıkla çekebilecektir. Yani kürre-i arzdan yüz binlerce, milyonlarca kilometre uzakta bulunan yıldızları güya tetkik ettiğini iddia eden kimselerin neler uydurduklarını meydana çıkaracaktır.

Aziz Bey’i, neredeyse ağzının içine girecek gibi dinliyordum. Anlattıkları beni hayret ve dehşet içinde bırakıyordu.

– Hayret etmeyiniz Yaşar Bey. Bundan yetmiş yıl önce çamaşır mandalını icat etmek isteyen bir kimse görülseydi ona deli nazarıyla bakılmaz mıydı? Bütün icat edilen şeyler için de ilk yorum böyledir. Sahi, sizce mandal ne zaman icat edilmiştir?

– ?!

– Bak, siz de bilemiyorsunuz. Zaten bu soruyu İstanbul’da sorduğum herkesin sizin gibi nutku tutuldu.

– Onları anlayabiliyorum.

– Sizi daha da hayrette bırakacak bir şey söyleyeyim: Tayyaremde öyle bir fotoğraf makinesi bulunacak ki, insanlar tarafından görülmesine imkân olamayan meleklerin dahi resmini çekebilecektir.

– Yaa!

– Evet, fotoğraf makinemde yarım düzine objektif vardır. Melek birinden kaçarsa, diğerine yakalanacaktır. Melek bu, huyunu önceden bilemezsin ki! Fotoğraftan hoşlananı da var, hoşlanmayanı da.

– Nasıl olur canım?

Birden yerinden fırladı, öfkelenmişti:

– Bana inanmıyorsunuz! Halbuki ben sizi, Türkiye’nin kafası en çok işleyen gazetecisi zannederdim.

– Ama ben gazeteci değilim. Yalnızca internette ve bazı dergilerde yazılar…

– Sözümü kesmenize gerek yok. Size en basitinden bir etkili bir örnek daha vereyim: Düdüklü tencere neden icat edilmiştir?

– Tahmin edemem! Beni aşar!

– Çok basit: Asabi kocaların, dırdırcı kaynanaların bahanelerinden kurtulmak için. Tencere ıslık çaldı mı, yemek pişmiş demektir.

– Allah Allah! Hiç bilemezdim!

– Bunda şaşacak gariplik yoktur fakat aklı bilime ermeyenlerin yetersizliği sonucu, en kolay karar olan garip sözcüğünü, acemi ve cahil sadrazamın “Mühür değil mi, tersi de bir doğrusu da” dediği gibi, hemen kestirip atar! Ben deli değilim efendim. Akıl terazisinin alaveresini de, dalaveresini de bilirim. Mesela örneğin siz… Tahtelbahir gördünüz mü?

– Ne buyurdunuz azizim Süleyman Bey?

– Tahtelbahir! Yani denizaltı!

– Gördüm. Hatta gezmek için bindim de!

– Torpil atışını gördünüz mü?

– Filmlerde gördüm!

– Peki, torpil hedefini nasıl buluyor?

– Hesap işi!

Kahkaha ile gülerek:

– Yaşar Bey, Yaşar Bey!

– Efendim aziz Süleyman Bey!

– Gavur icadı olunca hesap işi, bizim icadımız olunca başka iş midir?

– Estağfurullah! Öyle demek istemedim.

– Kabahat zaten size gelip böyle bir projeyi sunan delide!

– Affedersiniz, söyler misiniz: Benim ne yapmamı istiyorsunuz?

– Yardım edin! Dilerseniz menajerim olun. Benim reklamımı yapın. Bu proje satıldığı takdirde size kazancımın onda birini veririm.

– Bundan isteyeceğimi sanmıyorum.

– O halde yüzde onunu vereyim.

Tam bu sırada söyleştiğimiz salona üçü resmi, ikisi sivil beş polis memuru girdi. Süleyman Beyi, kıpırdamasına fırsat vermeden yakaladılar.

– Bakırköy’den firar etmişti. İzini yeni keşfettik.

* * * * *

Keyifle oturduğum rahat koltukta gözlerimi açtığım zaman vapur Alsancak iskelesine yanaşmak üzereydi. İşe bak, sabahın mahmurluğunda dalıp gitmiş, rüyamda da Süleyman Beyi görmüştüm. Sonra düşünmeye başladım. Acaba haklı mıydı? Yalan da değil, hemen tüm icatlara başta kuşkuyla bakılmamış mıdır? Böyle bir uçağın icat edilmeyeceğini kim söyleyebilir?

Tevekkeli şair dememiş: “İhtimaldir padişahım derya tutuşa!”… Denemesi bedava! Benzini denize dök, ateşle. Bak bakalım deniz yüzeyini alev sarar mı, sarmaz mı? Ama kibriti çakabilecek babayiğidi nerede bulalım?

Düşüncelerimden sıyrılıp inmek üzere sürme merdivene yürüdüğümde aklıma bir kez daha Kent Yaşam yazısı takıldı. “Ocak ayı birçok açıdan oldukça hareketli ve renkli geçti. En iyisi bununla ilgili bir şeyler yazmak” diye karar vermiştim ki, telefonum çaldı.

– Buyrun.

– Yaşar Bey, çok önemli bir konuda sizinle görüşmek istiyordum. Bir randevu verir misiniz?