Bir arkadaşım geçen gün, “Kent Yaşam’a bir aydan fazla zamandır yeni yazı yazmamışsın” deyince adeta öğle yemeği boğazıma dizildi kaldı. Hay aksi, bir iki gün içinde nasıl bir yazı yazabilirdim ki? Benim öyle şipşak yazılar döktürüvermek gibi bir marifetim de yoktur. İzmir çukurunda ne kadar imza günü varsa, hazır ve nazır durumda boy gösteren demirbaş imzacıların saflarına katılmaya da hevesli değilim. (Bu cümleyi herkes için değil, yalnızca arif olanlar için yazdım. Onların da anladığına eminim. Her ne kadar kulağımı çınlatacak olduklarına biliyorsam da, söyledikleri tüm sempatik sözleri, kendilerine taahhütlü olarak iade ederim.)
Şu işe bak, ona buna söz yetiştirmeye çalışırken yazıyı unuttum. Acaba ne yazsam? Kasım ayını neredeyse yarıladık, demek ki bu yazı sayfada Aralık ayı boyunca durabilecek. O zaman Aralık ayı ile ilgisi olmasının daha iyi olduğunu düşünüyorum. Söz gelimi Mustafa Kemal’in 31 Aralık 1923’deki İzmir seyahatini yazabilirim. Zamanın Başbakan’ı İsmet İnönü’nün 12 Aralık 1925 tarihinde TBMM’de “gericilik olayları” hakkında yaptığı konuşmayı ya da İzmir’deki “Atatürk’e suikast” davasında suçsuz bulunan paşaların 5 Aralık 1926 tarihinde emekliye sevk edilmesini de yazabilirim. Hatta, 23 Aralık 1930’da Menemen’de 24 yaşındaki gencecik ilkokul öğretmeni Mustafa Fehmi Kubilay’ın başını kesenlerin ibret verici öykülerini yazabilirim.
Bunları düşünürken aklıma, bir başka yılın Aralık ayında İzmir gündeminde oldukça kalmış bir ilginç olay geldi. Üstelik yukarıda saydıklarımdan daha az bilinmesi bir olay olması ve de tiyatro tarihimizin yarı karanlık sayfalarına ışık tutacak gibi görünmesi de (genelde öyle derler ya) yazının ne olacağını belirledi. Anımsayanlar olacaktır, Kent Yaşam’daki geçen yazım İzmir şehrinin şarkısını aramasıyla ilgiliydi, işte bu yazı da gene İzmir’de bir şarkı ile ilgili…
Şimdi koltuklarınıza gömülün ve kemerlerinizi bağlayın. Kaptanınız konuşuyor. Uçuyoruz. Nereye mi? Tam altmış yedi yıl öncesinin soğuk bir İzmir gecesine. Tayyare Sineması’ndaki sanat olayına biletimiz var. Evet, bayanlar baylar… Başlıyoorrr!
***
22 Kasım 1929 Cuma gecesi. Sinema salonu tatil gecesi olduğu için oldukça kalabalık. Salonda İngiliz izleyiciler bile var. 24 Ekim tarihinden beri aynı salonda temsiller vermekte olan Süreyya Opereti topluluğu o gece Yusuf Sururi’nin yazdığı ve yönetmenliğini Yusuf Server Bey’in yaptığı “Telefoncu Kız” oyununu sahneleyecektir. Operetin başlıca rollerini primadonna Suzan Lütfullah Hanım ile tenor Nurettin Seyfi Bey canlandırmaktadırlar. Meraklısı için hemen ekleyelim: Suzan Lütfullah Hanım, günümüzün ünlü sanatçısı Gülriz Sururi’nin annesidir.
İkinci perde başladıktan bir zaman sonra sıra, operetin belki de en güzel şarkısının seslendirilmesine gelir ve Suzan Hanım’ın billur gibi sesiyle söylediği Muhlis Sabahattin’in eseri salonun dört bir yanında yankılanır: “Ben bir kokotum!”
Aryanın sonunda salon adeta alkıştan yıkılır. Suzan Hanım dudaklarında hafif bir tebessümle izleyenleri selâmlarken birden bire olduğu yerde mıhlanıp kalır. Gözü, hızla kapanmakta olan sahne perdesine takılmıştır. Operetin ikinci perdesi henüz bitmemiştir ve eserin bu bölümünde mizansen olarak da böyle bir şey yoktur. Suzan Hanım garip bir şeyler olduğunu sezinler ve kendisini aceleyle perdenin arkasına atar. İzleyiciler de ne olduğunu anlayamamışlardır. Üstelik perdenin arkasından oldukça yüksek tonda bir tartışmanın sesleri gelmektedir. Sonunda bir el perdeyi aralar ve aralanan perdeden operetin besteci ve yönetmeni Muhlis Sabahattin görünür.
Süreyya Opereti’nin patronu da olan besteci elinde tuttuğu bir kâğıdı seyirciye doğru sallayarak ve oldukça heyecanlı bir biçimde konuşur:
“Muhterem efendiler, muhterem hanımlar. Müddeiumumi Muavini Şükrü Bey olduğunu söyleyen bir zat, opereti tatil ediyor. Perdeyi kapattırdı. Bu operet İstanbul’da oynanmış ve İstanbul zabıtası bunun oynanmasına müsaade etmiştir. Şu gördüğünüz kâğıt müsaade kâğıdıdır. Müddeiumumi muavini beyle küçük bir bilet meselesinden dolayı aramızda geçmiş bir hadise vardır. Fakat bu hareketleri herhalde o mesele ile ilgili değildir. Şimdi Cumhuriyet devrindeyiz. İstibdat devri geçmiştir. Siz operet nedir bilirsiniz. Opereti gördünüz. Seyir ettiğiniz bu operette arü hayaya mugayir bir şey var mıdır?”
İzleyiciler tek sesli koro halinde yanıtlar: “Yoktur!”
Bu kesin yanıt karşısında heyecanı daha da artan Muhlis Sabahattin ikinci soruyu patlatır:
“Şu halde yarın biz mahkemeye düşersek, siz gelip de bizim için şahitlik eder misiniz?”
Koromuz bu soruyu da aynı coşkuyla yanıtlar:
“Ederiz, ederiz!”
Besteci, şimdiki futbol maçlarında tribünlerin karşılıklı olarak sloganlaşmasına dönen bu sohbette üçüncü soruyu da patlatır:
“Şimdi operete devam etmemizi istiyor musunuz?”
Neredeyse galeyana gelmiş durumda bulunan izleyiciler de hemen karşılık verirler:
“İsteriz! Devam edilsin!”
Muhlis Sabahattin, meydan savaşı kazanmış bir komutan edasıyla perdenin arka tarafına geçer ve orada bekleyen savcı yardımcısına eliyle “işte duydunuz” anlamına gelen bir işaret yapar. Ardından da zaten aportta bekleyen perdeciye “aç” komutunu verir. Perdeci komutu ikiletmez. Savcı yardımcısı ile yanındaki komiser ne olduklarını anlamaya bile fırsat bulamadan kendilerini izleyicilerin meraklı bakışları karşısında bulurlar. Bu iki kişiyi oyunun aktörlerinden sanan izleyiciler de operetin kaldığı yerden devam edeceğini umarak sahnedekileri çılgınca alkışlarlar. Şükrü Bey onca alkış karşısında bir hoş olur. İlkokul yıllarında çıktığı müsamerelerden bu yana böyle bir duyguyu hiç tatmamıştır. Önce boş bulunup izleyicileri başı ile hafifçe selâmlamaya kalkarsa da ardına derhal resmî sıfatı gelir ve en ciddi tavrını takınarak sahne önüne yürür ve kendisini tanıtır.
Karşılarındaki iki kişinin aktör olmadığını öğrenen izleyicilerden mırıldanmalar gelmeye başlar. Bu arada salondaki İngilizler ne olduğunu anlayamadıkları bu görüntüleri şaşkınlıkla izlemektedirler. Şükrü Bey konuşmasına başlar başlamaz salonun arka taraflarından bir uyarı alır:
“Perdesi açık sahnede durmak uygun değildir!”
Şükrü Bey başını çevirip arkaya bakar ve önünde durdukları dekorun kendilerine uygun bir fon oluşturmadığını düşünür. Boyunun kısalığının getirdiği sempatikliğe hiç de uygun düşmeyen keskin bakışlarını perdeciye diker. Perdeci de az önce sevinerek açtığı perdeyi içinden söylediği yanık bir Anadolu türküsü eşliğinde istemeye istemeye kapatır.
Sonunda perde kapanır ama salondaki gürültü devam etmektedir. Şükrü Bey de sözüne bu gürültüler arasında başlar, ancak salonda aynı anda konuşan bir kaç kişiye karşı sahnede tek başına olduğundan fizik kuralları gereğince meramını dilediği gibi anlatamaz. Savcı yardımcısının güç durumda kaldığını gören ve o ana kadar hazır ol vaziyetinde bekleyen Komiser Yardımcısı Kadri Bey birden harekete geçer ve kendisine zimmetle teslim edilmiş olan İngiliz yapımı düdüğünü üfleyerek salondaki karmaşayı bir anda bıçak gibi keser.
Kitle psikolojisini çok iyi bilen Şükrü Bey sessizliğin ilk anını çok iyi değerlendirir ve “Her ağızdan bir ses çıkmaması için salonda konuşacak olanların parmak kaldırarak söz almalarını” ister. İşte İzmir izleyicisinin ne kadar uygar olduğu o tarihi gecede bir kez daha anlaşılır. Çünkü, Şükrü Bey sözünü söyler söylemez birçok işaret parmağı salondaki koltukların üzerinden havaya yükselir. Üstelik konuşma sırası kapmak için, ne “hocam, hocam” diye bağıran, ne de parmağını adamın gözüne gözüne uzatan vardır.
İşte bu parmak kaldırma operasyonu anında İngiliz izleyicilerin şaşkınlıkları daha da artar. Çünkü “Türkçe konuşmak ve anlamak” konusunda Fransız oldukları için, bu olayı oyunun bir parçası sanmışlar ve “Aman Tanrım!” Pardon… “Oh, my god! Bu ne kadar ileri bir tiyatro olayı! Türkler oyunu en can alıcı yerinde durdurup, o sahnenin psikolojisini ve dramaturgisini izleyiciler ile tartışıyorlar. Bu ne güzel teknik! Bravo rejisöre. Bu rejisör, herhalde bir sör!” derler.
Disiplinli parmak kaldırma uygulamasının ilk kahramanı Avukat Muvaffak Sabri’dir. Kendisi ilk söz alan izleyici olarak “Müddei umumi muavininin perdeyi kapatıp, opereti tatil etme hakkının olmadığını, bilahare takibat yapabileceğini” söyler. Sırada sabık müddei umumi muavinlerinden Avukat Halit Tevfik Bey vardır:
“Biz de vaktiyle müddei umumilik yaptık. Operet tatil edilemez!”
Bu söz üzerine salondan mırıltı ile de olsa onay sesleri yükselir:
“Bak kardeşim, duydun mu? Operet tatil edilemez!”
“Elbette edilemez! Ben de öyle biliyorum!”
“Nereden biliyorsun?”
“İşte şu bey söyledi ya! Koskoca adam. Müddeiumumilik de yapmış. Yanlış mı bilecek?”
“İyi de sahnedeki adam da müddeiumumi! O neden yanlış söylesin? Üstelik onun yanında komiser muavini de var!”
“Ne bileyim kardeş ben de şaşırdım doğrusu!”
“Şşşt, bey! Bir şey diyecektim!”
“Ne var hanım? Perdenin arasından bakanların kim olduğunu mu soracaksın?”
“Hayır, bey! Şey diyecektim. Evden aceleyle çıkarken gazocağını söndürüp, söndürmediğimi hatırlamıyorum! Bir şey olur mu diyecektim! İstersen eve dönelim.”
“Bence gerek yok!”
“Neden?”
“Ocağı söndürdüysen mesele yok demektir, opereti rahat rahat izleyebilirsin.”
“Ya söndürmediysem?”
“O zaman da rahat rahat izleyebilirsin. Nasıl olsa bu saate kadar ev yanmıştır. Döndüğümüzde mahalleliyi Yangın Var operetini oynarken buluruz.”
Topluluk üzerindeki otoritesinin yapılan iki konuşma ve izleyicilerin tepkisi ile sarsılmaya başlayacağını hisseden Şükrü Bey, psikolojik bir nedenle birden taktik değiştirir. Üstelik Muhlis Sabahattin konuşmasında olayla hiç ilgisi olmadığı halde “bilet meselesi” diye bir konudan söz ederek zihinleri bulandırmıştır. Zaten atalarımız “tiyatrocu milletinin ağzına düşme, sahnenin ortasından bile söz atarlar” dememiş midir? Aslında böyle bir atasözü olmadığını bu metnin yazarı olarak elbette biz de biliyoruz ama Şükrü Bey’in neden bilmediği bizim konumuza girmemektedir. O kendisinin sorunudur ve böyle düşünmekte elbette bir bildiği vardır. (Bu arada meraklıları için belirtelim; Şükrü Bey herhangi bir psikolojik eğitim almamıştır. Altıncı hissi çok güçlü bir adamdır.)
İşte bu anda Şükrü Bey önce gırtlağını temizler -ki salondakiler bu akort sırasında susmuşlardır- ve sesini biraz yumuşatarak konuşmaya başlar:
“Biz sadece ‘Ben bir kokotum’ şarkısını tatil ettik. Operetin kalan kısmının temsiline devam edilecektir!”
Bu sözler üzerine salonda müthiş bir alkış kopar. İngiliz seyirciler de aval aval bakıp, ne olduğunu anlamadıkları alkışa katılmıştır. Bu alkış Şükrü Bey’i gaza getirir ve sesinin tonunu arttırarak devam eder:
“Az önce sözü edilen bilet meselesi, konu bile edilmeyecek küçük bir meseledir.”
İzleyiciler bu söz üzerine alkışı daha da arttırırlar. (Bunlar da ne yaptıklarını bilmiyorlar. Zaten İzmir izleyicisi hep böyledir. Olur olmaz her şeyi alkışlar. Yahu, bu sözün alkışlanacak nesi var ki?) Şükrü Bey kendisini ve sesini hepten bırakır ve neredeyse bir gazel tizliği ile sözlerini bağlar:
“Ben vazifemi yapmaktayım!”
İşte bu sözlerden sonra izleyicilerden zeki olanlar perdenin açılacağını anlar ve çevrelerindekilere “Perde açılacak, operet devam edecek” diye izahat verirler. E, ne demişler? “Bilen insanın hali başka olur!” (Bu sözü kim mi demiş? Kim demişse demiş, ben ne bileyim! İyisi mi siz bir bilene sorun.) Sonunda perde açılır ve operet kaldığı yerden devam eder.(1)
Şükrü Bey öyle kolay bağışlayan kişilerden değildir. Operet kaldığı yerden başlar başlamaz salondan ayrılarak Gündoğdu Karakolu’na gider ve başta Muhlis Sabahattin Bey olmak üzere primadonna Suzan Lütfullah Hanım ve tenor Nurettin Seyfi Bey’i takibat için karakola çağırtır. Oyunun oynanması sırasında gelen bu davet üzerine kuliste bekleyen Muhlis Sabahattin sanatçılara bir şey hissettirmeden karakola gider ve orada ne olduysa Tayyare Sineması’na Şükrü Bey ile birlikte kolkola döner.
Muhlis Sabahattin cin gibi bir adamdır. Şükrü Bey ile kulise gelir gelmez temsile ara verdirir ve Şükrü Bey ile birlikte sahneye çıkarak izleyicilere “işin içinde sui tefehhüm olduğunu” söyler. İngiliz izleyiciler o gece karşılaştıkları bu ilginç sahne olayından bir şey anlamasalar da, tiyatromuzun geldiği çağdaş nokta için oldukça iyi şeyler düşünmeyi sürdürürler.
Öte yandan Şükrü Bey bu senaryoya biraz bozulursa da orada fazla renk vermez. Ancak kararını vermiştir. İntikamı korkunç olacak ve besteciye bu hava atmanın bedelini ödetecektir. Nitekim öyle olur. Olaylı temsil biter ve sanatçılar kaldıkları otele döner. Otelde kendilerini bir sürpriz beklemektedir. Yeniden Gündoğdu Karakolu’na çağrılmışlardır. Ancak hiçbiri o gece karakola gitmez. Ertesi sabah Şükrü Bey eserin iki başrol sanatçısı, yazarı ve bestecisi olmak üzere dört kişi hakkında takibata başlar.
Bu arada bazı araştırmalarda “Sonuçta, savcı yardımcısı ve polisler yaptıklarının hata olduğunu belirtip oyundan ayrılırlar”(2) denerek konu bağlanmaktaysa da, işin aslı böyle değildir ve bu ilginç serüven iki aydan fazla bir zaman hem İzmir sanat çevrelerini, hem de İzmir basını ile adliyeyi uğraştırır. Hem de ne uğraştırmak…
Sonuçta Suzan Lütfullah Hanım “Ben Bir Kokotum” dediği için neler oldu neler…
Sahi, Kokot nedir?
(1) Anadolu gazetesi. 24.11.1929 Pazar. No: 4549 Sayfa: 1
(2) Üç İzmir. “İzmir’de Tiyatro” Sayfa: 384. Yapı Kredi Yayınları, İstanbul 1992.
***
“Telefoncu Kız” operetinin bestecisi Muhlis Sabahattin Ezgi
Türk operet sanatının başlıca temsilcilerinden olan besteci 1889 yılında Adana’da doğar. Yine besteci olan Neveser Kökdeş’in kardeşidir. Abdülaziz’in başmabeyincisi olan babaları Hurşid Bey de çok iyi bir müzisyendir ve birçok çalgıyı iyi derecede çalmaktadır. Abdülaziz’in tahttan indirilmesinden sonra Mardin, Adana, Drama’ya sürgün edilen aile Hurşid Bey’in ölümünden sonra Selanik’te yaşamaya zorunlu kılınır. Muhlis Sabahattin ancak on beş yaşında ve padişah izniyle İstanbul’a gelebilir. Öğrenim gördüğü Galatasaray Sultanisi’nde piyano dersleri de alır.
1908’den sonra gazeteciliğe de başlayan besteci, zamanın iktidar partisi olan İttihat ve Terakki’ye karşı tavır içinde olduğu nedeniyle hakkında kovuşturma açılınca Avrupa’ya kaçar. Bir zaman sonra “aleyhte yazı yazmaması koşulu ile” İstanbul çevresindeki köylerden birine dönme izni verilir. Bu olaydan sonra kendisini tamamen müziğe verir.
Muhlis Sabahattin operet müziğinde “ara dönem”in en ünlü bestecisidir. Genellikle, tek sesli Türk müziği makamlarını çok sesli müziğe uygulamaya çalışmıştır. Başlıca yapıtları: “Çaresaz”, “Ayşe”,”Asaletmeap”,”Aşk Mektebi”,”Kerem ile Aslı” operetleri; “Büyük Ateş”,”Mon Bey”,”Hatırım İçin” gibi müzikli oyunları; “Çingene Aşkı” revüsü; Çargâh “Karadeniz” Marşı ve birçok şarkı formunda beste ve orkestra için çeşitli parçalar.
Kurduğu gruplarla, İzmir’e oldukça sık gelen Muhlis Sabahattin yakalandığı verem hastalığından kurtulamayarak 10 Şubat 1947’de İstanbul’da hayata veda eder.