Bir mezarın gizemi…

Uzun yıllar önce İzmir Devlet Tiyatrosu’nda görev aldığım bir oyunda beni izleyen dönemin Genel Müdürü Cüneyt Gökçer’in “Ne yapacaksın operayı, sen tiyatroya lazımsın. Ankara’ya gelsene…” çağrısına uyup, İzmir Devlet Konservatuvarı’nda gördüğüm opera eğitimini bırakarak, Ankara Devlet Konservatuvarı Tiyatro Bölümü öğrencisi oldum. Ancak orada başladığım tiyatro eğitiminin ikinci ayında ayaklarım yere değdi: “Çok güzel bir sanat. Ama bu iş sadece meslek olarak hayatımda yer almalı… İşimle hobilerimi ya da sevdalarımı birbirine karıştırmamalıyım” diye karar verdim… Bu kararla birlikte başka bir soru karşıma dikildi: “İyi de, tiyatro hayatımda yalnızca meslek olarak yer alacaksa, benim hobim ne olmalı?”

İşte bu soruyla başladı yaşantımdaki en önemli serüven… Birkaç gün sonra Anakara Milli Kütüphane’nin, Bahçelievler’deki binasından içeriye girişimin kırk birinci yılını yaşıyorum… Hobimi bulmuştum; doğduğum kenti araştıracak ve üzerinde toprak serpili olduğunu fark ettiğim konularda ulaşacağım bilgileri önce belleğime katacak, sonra da yazarak, anlatarak paylaşacaktım. Bu kırk bir yılın ilk yirmi dört yılında tek satır yazmadım, bu araştırmalardan çevremde kimseye söz etmedim… Bazı konularda o kadar farklı ya da çelişkili kırıntı bilgiler vardı ki, ben de yanlış zincirine yeni halka katmaktan çekindim. Ancak yirmi dördüncü yıl yazmaya başlasam da; bu kırk bir yılın son otuz yılının hemen her günü, İzmir’i araştırıyor ya da bir anlamda ders çalışıyorum.

Bu çalışmalar içinde yeni bir şeyin öğrenildiği anlar ise insanı adeta hayata yeniden bağlıyor…

İşte Polykarpos ile ilgilenmeye başlamam da öyle bir ana denk geldi…

1989 yılıydı. İzmir Milli Kütüphane’nin insana huzur veren, sessiz salonunda çalışıyordum. Bir ara yanımda beliren, aynı zamanda kütüphanenin idare amiri olarak da görev yapan emektarı Kemal abi “Uygun bir zamanda benim odaya gelsene” dedi. Beş on dakika sonra, çalışmaya ara verip odasına gittim. “Şuna bir baksana. İşine yarar mı?” diye karton kapaklı bir dosya uzattı.

Üzerinde hiçbir kayıt numarası olmayan dosyanın içinde daktilo ile yazılmış metinlerin bulunduğu yüzden fazla sayfa vardı. Bazı evrakla birlikte bulduğu ve kütüphanenin dökümünde olmayan bir dosyaymış. Şöyle bir göz attığımda İzmir eğitim tarihi ile ilgili yazıların olduğunu gördüğüm dosyanın Kemal abiden izin alarak fotokopisini çektirdim.

Bir kaç hafta sonra uygun bir zamanda fotokopileri inceledim. Emekli bir milli eğitimci ya da öğretmen tarafından yazılmış, İzmir’deki çok sayıda okul ve eğitim tarihi hakkında ilginç bilgiler vardı. 1940’larda yazıldığını düşündüğüm dosyadaki, Kadifekale çevresinden söz eden bir kağıtta “O Hıristiyanın mezarının duvar altında kaldığı da iyi oldu…” notunu fark ettim ve bilgi olarak bir kenara kaydettim.

O günlerde önemsemediğim not, daha sonra kafamda farklı dolambaçlarda gidip gelen bir ateş topuna döndü sanki…

“O Hıristiyan!!!

“Mezar!!!”

“Duvar!!!”

Kadifekale bölgesi XIV. Yüzyıl’dan itibaren Türk yerleşimi olma özelliği göstermiş bir alandır. Her ne kadar özellikle bazı gezginlerin seyahatnamelerinde bölgede Rum izlerinden söz edilirse de, 1940’larda yazılmış bir nota konu olacak kadar yakın tarihlenmiş bir mezardan söz eden bir kaynağa hiç rastlamamıştım. Bölgede sayısız Müslüman mezarı vardı ama notta kesin biçimde “Hıristiyan” yazıyordu.

Konuya daha geniş bir açıdan bakıp, daha eski dönemlere, Hristiyanlığın başlangıcına kadar gidildiğinde de mezar konusu net olmasa da o bölgede hayata veda eden ve adı günümüze ulaşmış bir kişi görüyoruz: Aziz Polykarpos. Bu nedenle o günden başlayarak araştırmayı İzmir tarihinin bu önemli azizi üzerinde yoğunlaştırdım.

Ephesos’ta köle bir Hıristiyan çiftin oğlu olarak dünyaya gelen ve doğumundan sonra anne ve babası başları kesilerek, kendisi de köleler arasında yetişen Polykarpos çocuk yaşta satılmak üzere getirildiği Smyrna’da, gördüğü düşün etkisiyle kendisini satın alarak yetiştiren varlıklı bir Hıristiyan kadının yanında iyi eğitim görür. Dürüstlüğü ve çalışkanlığı nedeniyle kendisini yetiştiren kadının adeta manevi oğlu olmakla kalmaz, şehirdeki tüm Hıristiyanların da lideri olup, Başpiskopos olarak da seçilme başarısı gösterir.

İlginç yaşam öyküsü İ. S. 155 yılında ve 86 yaşındayken (Bazı kaynaklar bu tarihi farklı vermektedir) Kadifekale’nin batı yamacında yer alan Circus’ta (Stadion) dönemin yöneticilerinin emriyle hançerlenip öldürülerek sona eren Polykarpos’un cesedinden arta kalan yanmış kemiklerin, müritleri tarafından alındıktan sonra nereye gömüldüğü kesin olarak bilinmemektedir.

Buna karşın birçok kaynak ve gezgin ise circus kalıntılarının hemen yanında yer alan ve Yusuf Dede mezarı olarak bilinen bir Müslüman mezarının aslında Polykarpos’un mezarı olduğunu savunmakta ve “XVIII. Yüzyıl başlarında, Rumların mezar başında yaptıkları bazı taşkınlıkları önlemek için dönemin kadısının önce mezar yerine Rumların gitmesini önlemek için yasak ve para cezası getirdiğini, bunun işe yaramadığını görünce de, mezarın başına kavuk sarılı bir Müslüman mezar taşı dikerek, Yusuf Dede’yi yarattığını” belirtmektedir.

Bu nedenle Hıristiyan dünyası iki yüzyıldan fazla bir zaman bu Müslüman mezarını, Aziz’in mezarı olarak kabullenmiş ve sayısız kaynak bundan söz ederken, çevresinde oluşan Müslüman mezarlığının uç noktasındaki mezarın çok sayıda fotoğrafı “St. Polycarp mezarı” olarak satışa sunulmuştur.

Bu durumda öncelikle yapılması gereken şey, günümüze ulaşmayan Yusuf Dede mezarının yerini bulmaktı. 1922 yılında işgal sonuna kadar var olduğu bilinen mezarın, başucundaki devasa servi ağacı ile birlikte nasıl olup da ortadan yok olduğunu bilen olmadığı gibi bunu yazan kaynak da yoktu.

Yapılacak şey; verileri değerlendirmekti. Değerlendirilecek şeyler ise gravürler, planlar ve haritalar, fotoğraflar ve gezginlerin yer tarifleriydi. Gezginlerin yazdıklarında yer çok netti: “Pagos Dağı’ndaki kalenin, batı tarafındaki yamaçta yer alan circus kalıntıları yanında…” Anlatılanlardan, mezarın hemen yanında/yakınında Polykarpos adını taşıyan bir de kilise/şapel bulunduğu ancak kalıntılarının günümüze ulaşmadığı anlaşılıyordu. Bu arada kesin olan bir şey daha vardı; mezarın kaleyi, kentin Batı (Ephesos) kapısı yönüne bağlayan yol üzerinde olduğu. İzmir’in en eski arterlerinden biri olan 2300 yıllık bu güzergah, günümüzdeki Rakım Elkutlu Caddesi ile neredeyse bire bir izdeydi ve planlardan anlaşıldığına göre, mezar yolun güney yönündeydi.

Bu arada XX. Yüzyıl başlarında çekilen kartpostal görüntülerinde mezar başındaki servi ağacının yanı sıra yangın kulesi de yer alıyordu ve bu kule sonradan eklenen (ve bir ara yandığı bilinen) üst bölüm dışında hiç değişmeden günümüze ulaşmıştı. Bu aşamada kulenin yüksekliğinin bilinmesi gerekiyordu. 90’lı yıllarda belediye kayıtlarında kule ile ilgili olarak neredeyse hiçbir bilgiye ulaşamadım. Ölçüm için en basit yöntem duvarcı şakülü kullanmaktı. Kuleye çıkmama izin verilmediği için, uzun bir ipe bağladığım şakülü rica minnet razı edebildiğim bir görevliye vererek üst bölümün taban kenarından aşağı sallandırdım ve zemine değdiği noktada, ipi tuttuğu yere düğüm attırdığım görevlinin yardımıyla iyi kötü bir yükseklik bilgisine sahip oldum.

Bu arada, circus alanının hemen güneyindeki yamaçtan çekilmiş bir başka görüntüde yer alan, XX. Yüzyıl başlarında tarlalar arasındaki bölünme izlerinin günümüzdeki Aziziye Mahallesi yerleşim planına bire bir uyduğunu gözlemledim. Zaten mahallenin o bölümü kuş bakışı ile stadyum çizgilerine adeta bire bir uyumluydu. O dönemde henüz google earth olmadığı için kaptan arkadaşlarımdan birinden ödünç aldığım GPS cihazı ile sokaklarda ölçümleme yapıp nirengi noktalarını eski plan ya da haritalara yerleştirdim.

Öte yandan çeşitli açılardan çekilmiş ve kule ile mezar başındaki servi ağacını birlikte gösteren fotoğraflarda çizdiğim üçgen ya da dikdörtgenler aracılığı ile kulenin sabit yüksekliğinden yararlanarak mesafe hesapları yaptım. Fotoğrafların çekilme noktalarını merkez kabul ederek günümüz İzmir planında bu merkeze yerleştirdiğim pergelleri, planın ölçeğine uygun açıladığım pergellerle çizimler yaptım ve çizimlerde oluşan çemberlerin hep aynı noktada kesiştiğini gördüm: İnkılap İlkokulu.

İnkılap İlkokulu, Kazım Dirik’in valiliği döneminde İzmir’e kazandırdığı sayısız eğitim kurumlarından biriydi. Tıpkı Gazi İlkokulu gibi Cumhuriyet’in 10. yıldönümüne armağan olarak inşa edilmişti. Okulun arazisini ve arsasını incelediğimde kartpostallarda görülen Müslüman mezarlığının tesviyesiyle kazanılan alanda inşa edildiği anlaşılıyordu. İyi de, bu okul yapılırken diğer mezarlar neyse de, Yusuf Dede nasıl sessizce kaldırılmıştı ve başucundaki o devasa servi ağacı da kimse görmeden nasıl kesilmişti?

Cumhuriyet dönemi fotoğrafları incelendiğinde Konak’tan çekilen birkaç görüntüde servi görülürken kısa zaman sonra çekilmiş fotoğraflara bakıldığında serviden eser kalmadığı görülüyordu. Okul yapımının da bir kaç yıl sürdüğü düşünülecek olursa, mezarın 1920’lerin ortalarında kaldırılmış olduğu anlaşılıyor. Ancak ilk yapılan okul binası mezarlık alanın ortasında olsa da, Yusuf Dede mezarının olduğu yerden uzaktadır. Mezarın olduğu alan, okulun ilk mezunlarının b-verdiği bilgiye göre okul bekçisi tarafından bakla dikilerek değerlendirilmektedir.

1996 yılından itibaren sürekli yazmaya başladığım için çeşitli çalışmalar, başka araştırmalar, Devlet Tiyatroları’ndaki asli görevimin getirdiği zorunlu kopmalar nedeniyle yaklaşık on yıl süren çalışmanın ilk adımı 2000 yılı başlarında tamamlanmış ve bir sonuca ulaşmıştım. İş bunu paylaşmaya, İzmirliler ve ülkemiz inanç turizmine sunmaya gelmişti.

O dönemde gençlik yıllarımdan arkadaşım Ahmet Piriştina başkanlık görevine yeni gelmiş ve baş danışmanı Murat Katoğlu ile birlikte yeni başlayan İzmir Kitaplığı dizisi için benden acil bir çalışma istemişlerdi. Hazırladığım öneriler arasından seçtikleri “İzmir’i İzmir Yapan Adlar” kitabını birkaç ay içinde hazırlayıp ilk sürümün olduğu CD’yi ilgili birime teslim ettim. İşte bulduğum yer ve İnkılap İlkokulu’ndan ilk kez o çalışmada “Yusuf Dede” maddesinde söz ettim.

Ancak kitap hemen basılamadı. Dönemin belediyede üst düzey bir bürokratının şahsıma yönelik kişisel muhalefeti nedeniyle beni oyalayıp iş üstüne üş çıkardılar. O kitabı tam altı kez yeniden yazdırdılar. Ben de bir kazaya kurban giderse o maddelerin bana ait bir çalışma olduğuna tanıklık etsinler diye bazı araştırmacı dostlara 2004 yılında hazırladığım kopyalardan verdim. İlginçtir o kopyalar birçok yazı ve kitabın da çıkış kaynağı oldu. Sonuçta araya giren bir gazeteci dostun doğrudan başkana ricasıyla o kitap 2008 yılında basılabildi.

Bu arada kitap serüveni bir yanda dursun, ben de, bir kaç kez mezar yerini ayrıca bir basın toplantısıyla açıklamaya niyetlendim. Ama olmayacak şeyler oldu ve doğrudan olmasa bile dolaylı yoldan açıklama yapamaz hale geldim. Sözgelimi Trabzon da Rahip Santorini, İstanbul’da Hırant Dink cinayetleri, Malatya’da Zirve Kitabevi katliamı gibi korkunç olaylar ve çeşitli etnik gruplar üzerindeki baskılar, açıklama yapmaya niyetlendiğim dönemlerde, bu açıklamayı ortam olarak yapamaz hale gelmeme neden oldular.

Bu nedenlerle mezar yeri açıklaması, buluşumdan 13 yıl sonra Hürriyet gazetesi aracılığı ile yerini buldu. Aslında tam zamanın da açıklamış olduğumu da hemen arkasından gelen eleştirilerle anladım ve yaklaşık yirmi üç yıllık emek boşa gitmeden açıkladığıma da memnun oldum.

O günden bu yana önemli başka gelişmeler de oldu. İzmir Life, sayfa düzeni değiştirip, benimle bu konuda yaptıkları röportajı Ekim ayı sayısına yetiştirerek, konuyu haber yapan ilk dergi oldu. Aracı dostlar Hıristiyan dünyası ile bağlantı kurup, Başpiskoposun beni davet edeceği haberini ilettiler.

Kültür Müdürlüğü de harekete geçti ve hem müze müdürlüğü konu ile ilgili olarak resmen görevlendirildi hem de konuyla ilgili bilimsel toplantı dizisi başladı. Bu gelişmelerle ilgili bazı ayrıntıları doğal olarak burada veremiyorum. Elbette gelişmelerden ilgilenenler haberdar olabilecek. Yeter ki sabredelim ve sonucu görelim.

Bunları anlatırken Aziz Polykarpos’un olası bir mezar yerinin İzmir’e kazandırılmasının, eğer kemiklere ulaşılamaz ise en azından “Aziz Polykarpos inancı uğruna burada öldürüldü” açıklamasıyla düzenlenecek bir ziyaretgahın şehre neler kazandıracağını ve inanç turizmini için nasıl itici olacağını uzun uzun açıklamaya gerek görmüyorum. Çoğumuz bunun öneminin farkındayız.

Bunları biraz da “Polykarpos’un mezar yeri işiyle biz ilgileniyorduk, bu mezar yeri tarifi de şimdi nerden çıktı?” yaklaşımlı beyanlar nedeniyle de açıklamak istedim. Yirmi üç yıl önce konuyla ilgili çalışmaya başladığımda bu beyan sahiplerinin neredeyse tamamının Aziz ile hiçbir ilgileri yoktu. Sonradan, yakın tarihlerde çeşitli nedenlerle ilgilenmeye başlamışlar. İyi de yapmışlar… İlgilerini elbette sürdürmeliler. Ama mezar yerinin bulunması ayrı bir konu. Halen araştıran bile vardıysa, bu işlerde sonuçta işi bir kişi sonuçlandırıyor. Hep aynı örneği veririm: Kuzey ya da Güney Kutbu’nun önemini coğrafya dünyasında herkes biliyor ve bir şeyler söylüyordu. Ama ikisini de sonuçta birer kaşif buldu.

Artık söz arkeolog dostlarda…

Kazanan İzmir olsun…